Sözcü Haber |
- Ankara Başkanının görevi!
- Karartma operasyonları
- Avcılar 'av' mı oldu?
- Ne yani yargıya güvenmiyor musunuz?
- Herkesin Bildiği Sırlar Ülkesi
- Kürtler, İslamı Tartışmaya Açıyor
- Kusura Bakmayın Sayın Bakan!
- Bu Ateş, Öfkeyle Sönmez
- 1 Mayıs’ta Taksim’de!
- Narsis
- Eski Tabular Öldü, Darısı Yenilerine
- Meydan Korkusu
- İktidar, Kardeş Katilidir...
- Erdoğan Yargılanacaktır!
- Sahi, Gezi’ciler Nerede?
- Ankara’da Hâkimler Var
- ‘Bay Öfke’ Köşk’e çıkarsa...
- Twitter Dünyası Ne Kadar Gerçek?
- Milli Hukuk Olur mu?
- Seçmen, Erdoğan’da Ne Buldu?
- Çökmek Değil, Çözmek Gerek
- AKP’li Seçmen Hırsızlığa İnanmadı
- Sonuna Geldik
- Erdoğan’ın İkbali mi Ülkenin İstikbali mi?
- Bu Halk, Yürütmeyi Durduracak
Posted: 01 Jul 2014 07:00 PM PDT Bir büyük kentin belediye başkanının görevi ne olmalıdır? Hele bu kent ülkenin başkenti ise… Ankara'dan söz ediyorum. Kuvayi Milliye'nin başkentinden. * 30 Mart'taki yerel seçimlere 52 gün kaldı. Yarışın CHP ile AKP arasında geçeceği, Ankara'daki başkan adayları belli. Şu ana kadar AKP'li Belediye Başkanı Melih Gökçek'in yap(a)madığını CHP'nin adayı Mansur Yavaş kazanırsa yapacak mı? (Yazı boyunca 'Büyükşehir Belediyesi' demeyeceğim. Bence kentin adını söyleyince zaten bu anlaşılıyor. Anlamsız biçimde ya da kanundaki ifadeyi kullanmak için, alışkanlıkla Büyükşehir Belediyesi veya Başkanı demek işi uzatıyor. Çok gereksiz. Aynı kentteki diğer belediyeler semt adlarıyla anılıyor zaten). Yol, su, kaldırım, cadde, park, sağlık, kültür ve benzeri uygulamalar bir belediye için zorunlu ve herkesin yaptığı icraatlar. "Aynı şeyleri ben de yapacağım" demenin bir anlamı yok. Lafı uzatmadan kestirmeden söyleyeyim. Başkentin amblemlerinde kullanılan kedi de, keçi de bizim ama, Ankara'nın temel özelliği; 'Kuvayi Milliye merkezi' ve 'Başkent' olmasıdır. Atatürk'ün, Anadolu'nun ortasındaki bozkırda yoktan var ettiği eski kadim bir uygarlık bölgesi olan Ankara'da bir 'Kuvayi Milliye kenti projesi' uygulanmalıdır. Sayın Mansur Yavaş umarım kazanır. Ama bu kazanç "Melih Gökçek bir yol yapıyordu, ben iki yol yapacağım" biçimine dönüşürse, pek de anlamlı olmaz. Yani ne yapılmalı? Çanakkale'nin bir açık müze olması gibi; Ankara Kuvayi Milliye, Kurtuluş Savaşı açık müzesi olmalı. Turistleri çekecek biçimde havaalanı bölgesi, Ulus semti, eski Çankaya canlandırılmalıdır. Bizi anlatan şey bir 'Atakule', 'Ankara Kedisi', 'Ankara Keçisi' ve 'cami minaresi, kubbesi' değildir. Mimar olsaydım bunları ben çizer -ücretsiz- verirdim ama değilim. Ama düşünce üretimine şimdiden katkıda bulunuyorum! * Avrupa'nın her kentinde bir 'eski' kent, bir de 'yeni' kent bölgesi var. Eski kent bölgeleri tümüyle tarihlerini yansıtıyor ve turistler o bölgeler için akın ediyor. Ankara da bu duruma getirilmelidir. *** REKTÖRLER NEDEN VE NİÇİN KORKUYORSUNUZ? Önemli başka bir konuya da değinmek istiyorum. Çeşitli üniversitelerden genç öğrenciler, bugünlerde davette bulunuyor; konferans, söyleşi ya da panele katılmamı istiyor. Bu davetlerin kimilerine gidiyoruz ama kimileri de son anda iptal ediliyor! Öğrenci topluluklarının üyeleri ya kendi görüşleri ya da anket sonucu davette bulunuyor ama rektörler hâlâ korktukları için okullarına gitmemi engelliyor. Bu durum şahsım açısından değil ama aydınlanmanın merkezlerinden olan üniversiteler ve onları yönetenler açısından hem ayıp, hem de acınacak bir durum. Şimdilik bu hocaların adlarını vermeden sorayım: "Ey rektörler; hâlâ kimden ve niçin korkuyorsunuz?" * GÜNÜN SÖZÜ: Siyasette hiçbir şey tesadüf değildir; eğer öyle görünüyorsa, çok iyi planlanmıştır. – ROOSEVELT |
Posted: 01 Jul 2014 07:00 PM PDT Bugün suyun yönü değiştiği için birbirine giren eski dost kuvvetler (paralel kardeşler) şiddetle birbirlerini suçluyor. Eski 'yıkım müteahhitleri' şimdi "Ben yapmadım, sen yaptın" kavgası içinde, parçaladıkları 'Ordu'dan kalan kısmı yanına çekerek kullanmak istiyor. Kartlar yeniden karılıyor, taraflar (saflar) yeniden belirleniyor, eskiden ekranlardan ve gazete köşelerinden Atatürkçülere açıkça küfredenler, "Hepimiz Atatürk'ün askerleriyiz" diyen televizyonlara çıkıp, günah çıkarıyor. 'Dün' unutuluyor. Daha iki gün olmadan, hafızalarımız bizlere oyun oynuyor ve 'Sen acı çekmedin, unut' hipnozuyla uyutmaya çalışıyor. * Ben de inatla 'unutmaya, unutturmaya' ya da 'uyumaya, uyutmaya' direnerek yazıyorum. Bu amaçla, 7 yıl önce (13.03.2007) yazdığım Karartma Operasyonları başlıklı yazımı çok az kısaltarak sizlere sunuyorum: * Şahlanan ve adres arayan ulusal dip dalgasının önünü kesmek isteyenler -sürekli yazıyoruz- ulusalcıları bölmek ve yok etmek için, her türlü insaf dışı, 1919'un deyimiyle; mülevves (iğrenç, kirli) oyunlarını sürdürüyorlar. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan, medyadaki bir avuç (ne mutlu ki büyük bir hızla artma eğilimindeki) yurtsever (vatansever) ve ulusalcı (millici) gazetecileri susturmak için her yol deneniyor. Önce, 'sesleri çıkmasın, halkla bağlantıları kesilsin' diyerek, millici gazeteci ve aydınlar işsiz bırakıldı. (Bunun öyküsü çok uzun, bir kitap olur). Millici gazeteciler Mustafa Kemal'in azim ve direnişini göstererek, büyük zorluklar içinde ayakta kaldılar; iş buldular, iş kurdular. Bu kez de, televizyon yayınlarına 'elektronik sabotaj' düzenlendi. Bunu, fırsat buldukça yapmaya devam ediyorlar. Sonra, iftiralara başvurdular. Kendi yandaşı basını kullanarak. Kimin yazdığı ve ne kadarının doğru olduğu bilinmeyen son bir andıç ortaya attılar (İçindeki yazı biçimi ve değerlendirmelerin çoğu yanlış). Bundan da amaç; ulusalcı kişi ve kurumları birbirlerine düşürmek idi… Şimdi ise, 'millicilerin canına kast' dönemi başladı.. Aslında bu, bir süredir devam ediyor. Bu konuda daha önce yazdığım yazıyı manşet haber olarak okumuştunuz. O gün adı geçen kişi başkaydı, bugün sevgili Tuncay'ın (Özkan) adı geçiyor. Amaç bizleri korkutmak ise, nafile!.. Amaç arkadan gelenleri korkutmak ise, onun için de çok geç!.. Danıştay Suikastı'ndan sonra bana gönderilen bir elektronik postada, "Senin de sonun böyle olacak!.." diyordu. Bu tehditçi, yakalanıp gözaltına alınmadı. Biz şimdi yalnızca dava açabildik ve davayı takip edeceğiz. Oysa, Hrant Dink Suikastı'ndan sonra, tetikçinin dışındaki pek çok kişi dikkatli bir işleme tabi tutuldu. Bize karşı önceki 'bomba girişimlerine' ise burada değinmeyeceğim. 1919'da da, ulusalcıların katledilmesi için fetvalar yayınlanıyordu. İngilizlerin isteği sonucu… Acaba, bugün ulusalcılara (millicilere) karşı bu girişimlerin ardında hangi ülkeler var; içeride ya da dışarıda kimler destek oluyor? (...) Bunun yanıtını bulmak zor olmasa gerek. * Devam edelim: 16 Nisan'da başlayacak Cumhurbaşkanlığı Seçimi oylamaları öncesi (ve genel seçimler öncesi) ülkemizde gündem çok değişecek gibi görünüyor. Meydanı boş bulanlar, iktidar boşluğundan yararlanarak at oynatıyorlar. Türk milleti -Allah korusun- cinayetlerden sonra gözyaşı dökmek yerine, olaylar olmadan önlenmesini istiyor. Tüm bu olayların yaşanmasının nedeni ise, geniş ölçekli bakarsak, bir 'lider boşluğu'… Halkın 'gönül rahatlığı' ile oy vereceği aranan lider mevcut olsaydı; bunlar yaşanır, bu konuşmalar yapılabilir miydi? Buna rağmen, insanları herhangi bir biçimde 'susturarak' karartma ve karıştırma peşindekiler uzun dönemde amacına ulaşamayacaklardır. * GÜNÜN TEŞEKKÜRÜ: "LANETLİ YILLAR (Akbabaların Öcü)" adlı kitabım iki haftada ÇOK SATANLAR (Best Seller) listesine 4. sıradan giriş yaptı. (Kaynak: Tempo Dergisi). Tüm okuyucularıma teşekkür ediyorum. |
Posted: 01 Jul 2014 07:00 PM PDT Türk seçmeninin her zaman sağduyulu olduğu söylenir. Kesinlikle katılmadığım bir görüş bu. Eğer öyleyse, dürüstlüğünden hiçbir endişe duyulmayan merhum Ecevit'e vaktiyle yüzde 22 oy veren bir topluluk, niçin onu yüzde 1'e indirdi de; şimdi hakkında her türlü yolsuzluk iddiaları, belgeleri ve yasal takibatları olan AKP'yi hâlâ yüzde 40'larda tutuyor? Bu bir. * İkincisi: 'TC' Merkez Bankası faizleri önceki gün çok sert biçimde artırdı. Neredeyse 2 katı kadar. Başbakan ne diyordu peki? "Faiz Lobisi bizi devirmek istiyor. Gezi Olayları'nda denediler olmadı; yargıyla deniyorlar, ekonomide faizi artırtarak deniyorlar. Faizi artırmayacağız!" E, ne oldi şimdi uşağım? 'Faiz Lobisi' mi kazandı? *** 'DUMANLI' DÜŞÜNCELER Üçüncü konu ise uzun… Hükümet-Fethullah Gülen Cemaati arasındaki kanlı bıçaklı kavgada Cemaat'in gazetesi Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı 3 gün önce (27.01.2014) 'yeni korku imparatorluğunu' şöyle anlattı: "Başbakan Erdoğan ısrarla nefret söylemine devam ediyor. Başbakan sıfatı taşıyan bir insan bu kadar hakaretamiz bir üslup kullanamaz. Geçen hafta da 'âlim müsveddeleri' gibi yakışıksız lafları yuvarlayarak sarf etti. Kimi kastettiğini açıkça söyleyemiyor ama yandaşlarının yaptığı gönderme, ilmi ile maruf insanları işaret ettiğini gösteriyor. Çok ayıp, çok yazık! İnsanları aşağılayarak ülke yönetilmez. Bu keskin üslup iki büyük tahribata sebep verir. 1) Yandaşlarınızı radikalleştirerek insanları şiddete davet edersiniz. 2) Mağdur ettiğiniz insanların bir bölümünün sabrı taşar, onlar da ağır laflarla cevap verir. Mesela; bir densiz de kalkıp 'adam müsveddesi' gibi yakışıksız bir laf ederse, katmerli bir ayıp yapılmış olmaz mı? Bu kadar kin, sahibine zarar verir; kim olursan ol". Vaktiyle bu hükümetle kol kola Atatürkçülere karşı operasyonları destekleyen Dumanlı şöyle devam ediyor: "Şantaj ve tehdit, maalesef devlet zırhının içine tüneyerek yapılıyor. Goygoycular güç sarhoşu olmuş, yaptıkları işe de gazetecilik diyor. Telefonlar açılıyor insanlara 'Sizi de alacaklar' deniyor; listelerden bahsediliyor, mesnetsiz ithamlarla korku devleti inşa edilmeye çalışılıyor. Allah büyük. Bir gün sular durulur ve bir bardak suda fırtına koparan ufuksuzlar tarih huzurunda hesap verir". Yani; aynen 2008, 2009 yılları gibi. Ama şimdilerde avcılar 'av' mı oluyor acaba? * O yıllarda 'paralel bir yapı' içinde 'darbe' iddialarını ısrarla sürdürüyorlardı. Akla hayale gelmeyen şeyler uyduruyorlardı. Örneğin bir 'asit kuyuları' propagandasına başlamışlardı. "Ergenekoncu komutan ve Özel Harekat polisleri, Güneydoğu'da Kürtleri asit kuyularına attılar!" demekten bile utanmadı, birçok gazeteci kılıklı kişi. Gerçek ortaya çıkınca ise, "Asit kuyuları gerçek değilse de, anlattığı büyük hakikat var" diyebildiler! Bugün kendilerini 'hedefte' gören Ekrem Dumanlı, "Peki ya Ergenekon Soruşturması olmasaydı?" başlıklı yazısında özetle şöyle diyordu: "(...) Bütün bu kâbus sahnelerini abartılı bulanlar olacaktır. (...) Kim bilir daha hangi karanlık siyasi cinayeti kimler işleyip kimlerin üzerinde kara propaganda yapıldı. (...) ülkeyi uçurumun kenarından alan bu soruşturmayı sonuna kadar götürecek kadrolara cesaret verilmesi gerekiyor". (1) * Devam edelim… Ekrem Dumanlı'nın 'Konuşanlar, Susanlar, İşgüzarlar' başlıklı yazısından: "Ergenekon'da ne var? Ne yok ki! Darbe planlamak, meşru hükümeti illegal yollardan yıkacak örgütler kurmak, ülkeyi kaosa sürükleyecek olaylar tertip etmek, suikastlar düzenlemek, yerin altına cephanelikler yerleştirmek, her kesimden insanları fişlemek, Ermeni ve Aleviler arasından tanınan simaları öldürmek için planlar yapmak..." (2) * Böyle bir ortamda, ben de bir kez daha 'hedef gösterildim'! Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, "Bu tuzakların hesabını kim verecek?" başlıklı yazısıyla, yıllar önceki bir televizyon yayınımı hatırlatıyor ve çok objektif yayınımı hedef tahtasına oturtuyordu: " (...) Ergenekon davasını örtbas edebilmek için bin dereden su getiren bir zümreden adalet adına tık yok. (...) Hain plana bakar mısınız siz! Biraz para vererek Gülen hakkında şahitlik yapacak adam aranıyor. Alçaklar diye bahsettikleri iki ismi aslında hatırlarsınız. Serhat ve Eyüp dedikleri gençleri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt yalancı şahitliğe zorlamış, Ceviz Kabuğu denen illüzyonist bir programda düzmece yayın yapılmıştı." (3) Dumanlı'nın bu yazısıyla hedef gösterdiği o tarihte program yaptığım televizyon olan ART iki gün sonra basıldı. * Dumanlı bugünlerde kendilerini 'hedefte' görüyor. Kimin hedefinde? Eski ortakları olan 'Hükümet'in hedefinde. Yarın hükümetçiler de aynı duruma düşebilir. Ama, dün olduğu gibi bugün de, "Hukuk herkese lazım" diyorum. Kimsenin haksızlığa kurban gitmemesini diliyorum. O tarihlerde sıkça kullandığım iki sözü bugünlerde tekrar hatırlatmak 'farz' olmuştur: "Kimin kimi yiyeceğine suyun yönü karar verir. Sular yükselirken balıklar karınları; sular çekilirken karıncalar balıkları yer." "Oyun bitince; Şah da, Piyon da aynı kutuya konur!" * GÜNÜN SÖZÜ: Söylemlerimizle dostlarımızı demokratlığımıza ikna etmiştik. Gerçeği anladıklarında ise, iş işten geçmişti. – GOBBELS (1) Dumanlı, Ekrem, "Peki ya Ergenekon Soruşturması olmasaydı?", Zaman Gazetesi, 13 Ocak 2009, s.16. (2) Dumanlı, Ekrem, "Konuşanlar, susanlar, işgüzarlar", Zaman Gazetesi, İstanbul, 15 Ocak 2009, s.20. (3) Dumanlı, Ekrem, "Bu tuzakların hesabını kim verecek?", Zaman Gazetesi, İstanbul, 20 Ocak 2009, s.16. |
Ne yani yargıya güvenmiyor musunuz? Posted: 01 Jul 2014 07:00 PM PDT 30 Mart Yerel Seçimleri öncesi -her seçim öncesinde olduğu gibi- 'yolsuzluk' ana tartışma konularından biri oldu. (Ama acı bir sosyolojik gözlem: Türk seçmeni yolsuzluğu cezalandırmıyor. En azından uzun bir süre. Birkaç seçim dönemi). 17 Aralık'ta (2013) AKP'li bakanlara yönelik 'Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu' sonrası AKP çok zor durumda kaldı. Şimdi o da CHP'lileri aynı silahla vurmak istiyor. Çünkü CHP ciddi rakip durumunda… Bugün yaşananları birlikte izliyoruz. Ama 'dünü' unutmamalıyız. AKP dün de aynı tavrı sergiliyordu. Sizlere yeni çıkan "Lanetli Yıllar (Akbabaların Öcü)" adlı kitabımdan örnekler vererek geçmişe götürmek istiyorum. Yıl 2008… 6 yıl öncesi… O tarihlerde Ergenekon vd. operasyonlar yapılıyor ve Atatürkçüleri tasfiye etmek için düğmeye basılmış durumda… Bugün birbiriyle kanlı-bıçaklı olan Hükümet ve Cemaat medyası paralel yapı sergiliyor ve ağız birliği içindeler: "Ünlü ya da saygın bir isme sahip olmak kimseye dokunulmazlık sağlamaz. Yargı önünde herkes eşittir!" Bugün ise, hukuk kendilerine yönelince tam tersini söylemeye başladılar. * Tıpkı 6 yıl sonra bugün olduğu gibi, o tarihte de kendi yolsuzluk haberlerine sansür getiriliyor, savcılık dosyalarına yayın yasağı konuyor, kendi adamları için soruşturma izinleri verilmiyor; yurt dışında başlatılmış Deniz Feneri gibi bir soruşturma varsa, Türkiye'deki boyutunun soruşturulması engelleniyor, soruşturma uzatılıyor, kamuoyunun gündeminden düşürülüyordu. Milletvekillerinin dokunulmazlığı söz verdikleri halde kaldırılmıyor, Cumhurbaşkanı Gül hakkında soruşturma kararı veren mahkeme başkanına soruşturma ve gizli takipler yapılıyor, Başbakan Erdoğan hakkındaki yolsuzluk iddialarını ağzına alanın başına mutlaka 'bir şeyler' geliyor ve getiriliyordu!.. * Demek ki, AKP dün neyse, bugün de o. Ya da, bugün ne yapıyorsa dün de onu yaptı. Bizler dünü dünde bıraktığımız (unuttuğumuz) için, bugün yaşananlara hâlâ hayretle bakabiliyoruz! * Bugün; Hükümet ve Cemaat birbirine söylemediğini bırakmıyor. Uyuşturucu içip cinayet işleyen 'Haşhaşiler'e benzetmeye varıncaya kadar, en ağır biçimde birbirine saldırıyor. Oysa, daha 6 yıl öncesine kadar paralel bir yapı içinde, Atatürk ve Cumhuriyet aleyhtarı her türlü açıklama, eylem ve davranışlar "modernlik" olarak sunuluyordu!.. Atatürkçüler baskı altında tutuluyor, özel yaşamları delik deşik ediliyor ve kamuoyu önünde parçalanıyordu!.. Darbeci onlardı! Yolsuzluk yapanlar onlardı! Çağdışı olan onlardı! Ülkeyi bölmek isteyenler onlardı! Hatta, terör örgütü PKK ile işbirliği yapanlar ve kendi askerlerini öldüren onlardı! Kendi kendilerini bombalayıp, kendi yandaşlarını öldürüp ağıt yakan onlardı! Amerikancı olan onlardı! Halkı korkutan onlardı! Ve mağdur (!) olanlar; iktidar ve gücü elinde bulunduran AKP'liler ve yandaşları idi. İşin anlaşılmazı ise, bunlara inanan milyonlarca insanın olması idi! * Dün cezaevine atarken alkış tuttukları eski polis müdürü Hanefi Avcı'nın, bugün ayağına giderek destek arıyorlar. Hanefi Avcı dün "Polis istihbarat ve teknik dinleme bölümlerinde bir hükümete alternatif bir yapı var, bu 'devlet içinde devlet' ve kontrol edilemeyen bir güçtür" derken, AKP sürekli olarak yalanlıyordu. Lanetli Yıllar'dan aktarıyorum yine: "Öğrendiğim kadarıyla MİT, ordu, yargı ve milletvekilleri, basın ve medya, maliye içinde imam konumunda kişiler bulunmaktadır". * Bugün AKP ve yandaşı medya, bu sözleri kanıt olarak kullanıyor Cemaat'e karşı. * Bugün, Hükümet'e karşı Cemaat'in yanında olan Bugün Gazetesi'nin yazarı Nuh Gönültaş, dün Hükümet ile birlikte, Atatürkçülere karşı şöyle yazıyordu: "Ne yani, yargıya güvenmiyor musunuz? Herkes 'Neler oluyor Türkiye'de' diye soruyor. Ortalık toz duman! Her hafta sonu, özellikle Cuma günleri şok haberlerle sarsılıyoruz. AK Parti'ye kapatılma davası açılmasından sonra her şey çok hızlı gelişiyor. Geçen Cuma Ak Parti'ye kapatılma davası açıldı. … ... Haaa, içeriye alınan isimler, öyle söylendiği gibi saygın isimler değil. ... Kemal Alemdaroğlu'nun üniversite rektörü olması, onun gözaltına alınamayacağını mı gösterir? Tabii ki değil. Doğu Perinçek... Türkiye'de şerrinden en korkulan adam olarak kimse ona dokunamaz mı yani? Polis gözaltına alamaz mı? … Ne yani, yargıya güvenmiyor musunuz? Güveniyoruz!" (*) * Ey AKP! Dün söylenen bu sözler bugün sizin için. Yanıtınız nedir? Ne yani, yargıya güvenmiyor musunuz? * GÜNÜN DUYURUSU: Bundan sonra Salı ve Perşembe günleri karşınızda olacağım. Duyururum. GÜNÜN SÖZÜ: Zalim sonunun geldiğini anlayınca zulmünü artırırmış. – Anonim (*) Gönültaş, Nuh, "Ne yani yargıya güvenmiyor musunuz?", Bugün Gazetesi, İstanbul, 22 Mart 2008, s.4. (Bazı sözcüklerin koyu yazımı bana ait). |
Herkesin Bildiği Sırlar Ülkesi Posted: 01 Jul 2014 01:59 PM PDT Efsaneyi bilirsiniz: Kral Midas, iki tanrı arasındaki çalgı yarışmasında jüridir. Çobanların ve kırların tanrısı Pan, kaval çalar; güneşin ve ateşin tanrısı Apollon ise lir... Midas, Pan'dan yana kullanır oyunu... Apollon da kızıp onun kulaklarını eşek kulağı yapar. Midas utancından bir külahla örter başını... Ama berbere gittiğinde kulakları açığa çıkar. Berbere, bu sırrı saklayacağına dair yemin ettirir. Lakin sır, iki dudağın kepengi ardında kilitlenecek gibi değildir. Sonunda dayanamaz berber... Gider, sazların arasına bir kuyu kazar ve kuyuya usulca fısıldar: "Midas'ın kulakları eşek kulakları... Midas'ın kulakları eşek kulakları..." Sesler kuyuda yankılanır. Sonra sazlıklara doğru havalanır ve yel estikçe oradan tüm kente yayılır. Kral'ın sırrı, artık herkesin dilindedir. *** "Bizim Kral" da eski ortağıyla yolları ayırınca ortaya saçıldı sırları... "Sıfırlayın" talimatını verdiği telefon konuşmaları, yakın çevresinin yolsuzluk vakıfları, komşu ülkede savaş tezgâhlayan dinleme kayıtları... Onun günahlarını gizleyecek külahı yoktu; kendi kulakları yerine, bizim kulaklarımızı örttü. Duymayız sandı. Lakin tüm yasağa, baskıya, karartmaya rağmen işitenler oldu. Bir avuç asi gazete, bir grup cesur gazeteci, duyduklarını bağırdı küçücük kuyulara, "Hırsız var" diye... Kralın hırsızlığının belgeleri, rüzgârın kanadına tutunup sazlıklardan yükseldi, dilden dile, kulaktan kulağa gezdi. Tüm ülkede herkesin bildiği bir sır haline geldi. *** Şimdi Kral, o kuyuları kapattırmaya, sazlıkları budamaya, hırsızlığından söz eden dilleri, yazan kalemleri, hatta kulak verip işitenleri cezalandırmaya çalışıyor. Hakikati hakaret sayıyor. Hakareti değil, cesareti cezalandırıyor. İbret olsun, kimse bir daha gerçeği göremesin, görse de söyleyemesin, yazamasın istiyor. Yargılanmamak için yargılıyor. *** 90. yıldönümünü kutlayan Cumhuriyet gazetesi, Başbakan'ın soruşturma yağmurundan nasibini alan basın kuruluşlarının başında geliyor. Ana muhalefet liderinin Meclis konuşmasını yazmak, tüm dünyanın dinlediği bir ses kaydını manşete taşımak gibi "suçlar"dan soruşturuluyor. Bizler de, bazı muhalif meslektaşlarımız gibi, gerçekleri yazdığımız için savcılık kapılarındayız. "Suçüstü"nü kapatmak için üste çıkan suçluların ülkesinde... Hırsızlar değil, "Hırsız var" diyenler mahkemede... *** 90 yılını bu koşullarda kutladığımız Cumhuriyet'in tarihi, aynı zamanda baskıların tarihidir. Sansürler, müdahaleler, yazar kıyımları, reklam boykotları, kapatma kararları, mahkemeler, hapislikler, saldırılar, suikastlar... Sadece bu gazetenin tarihi bile, zulmün, hakikati perdelemeye yetmeyeceğini, cesur bir berberin, bir yolunu bulup herkesin bildiği sırrı ifşa edebileceğini, halka mal edebileceğini kanıtlıyor. Tarih, o devrik kralları değil, bu cesur berberleri yazıyor. İyisi mi biz de efsaneyi bozmayalım, 90. yılını soruşturmalarla kutlayan gazetemizde, halkın haber alma hakkını mahkemede bile olsa savunarak haykıralım: "Midas'ın kulakları eşek kulakları... Midas'ın kulakları eşek kulakları..." |
Kürtler, İslamı Tartışmaya Açıyor Posted: 01 Jul 2014 01:59 PM PDT Diyarbakır'da bu hafta sonu önemli bir kongre var. Onun hazırlıkları yapılıyor. İşareti geçen yıl, Abdullah Öcalan çakmıştı. PYD güçleriyle çatışan El Kaide bağlantılı El Nusra güçlerinin Suriye sınırındaki Öcalan posterlerini çiğnediği günlerdi. Öcalan, bir bayram mesajı kaleme aldı ve İmralı görüşmesinde Pervin Buldan'a verdi. Mesaj şuydu: "El Kaide, El Nusra gibi İslama ihanet içinde olan kesimlere karşı Diyarbakır'da Demokratik İslam Kongresi çağrısı yapıyorum. Bu kongre çalışmalarında Alevisi ve Sünnisiyle tüm halkımızın derinlikli tartışmalar yürütmesi son derece önemlidir. Hz. Muhammed'in Medine Şûra çalışmaları örnek alınarak, Şeyh Said gibi tarihi kişiliklerin ruhuna uygun olarak bu çalışmaların yapılması önemlidir." *** Böylece Öcalan, Suriye sınırında ve Güneydoğu'da bilek güreşi sürerken, beklenmedik bir hamleyle "gerçek İslam"ı tartışmaya açmış oldu. Bir yandan devletle müzakere sürdürürken, bir yandan da toplumsal bazda bir zemin çalışması başlatıyordu. Diyarbakır'da Demokratik Toplum Kongresi'nin temsilcileriyle görüştüm. Öcalan'ın çağrısını hayata geçirmek için uzun süredir hazırlandıklarını anlattılar. İki günlük kongreye kurumsal katılım olmayacağını, kişilerin kendi adlarına davet edildiğini söylediler. *** "Demokratik İslam", iddialı bir başlık... Yıllar önce Ali Bulaç'ın tartışmaya açtığı "Medine Sözleşmesi"nin Kongre'de yeniden gündeme alınıp tartışılacağı anlaşılıyor. Çoğulcu bir yapının çatışmadan bir arada var olabilmesinin çerçevesini belirleyen sözleşmenin, Kürt meselesinin çözümünde model olup olamayacağı araştırılacak. 48 kişilik çağrıcılar listesinde Türkiye'den, Avrupa'dan, Rojova'dan isimler var. Din âlimleri çoğunlukta... Programa göre konferansın ilk gününde, İslamın demokrasi, hukuk, özgürlük, ezen-ezilen çelişkisi konularına bakışı araştırılacak. İkinci gün ise "İslam ve şiddet" ve "İslamda kadın" tartışılacak. Cevap aranacak soru, çağrı metninde şöyle tanımlanıyor: "Ortadoğu'yu, bu coğrafyanın bütün inançları, kimlikleri, mezhepleri, kültürleri için huzur dolu bir ev haline nasıl getirebiliriz?" *** Öcalan, PKK bayrağı altında sürdürdüğü 30 yıllık silahlı mücadele ile Türkiye'nin tüm dengelerini kökten değiştirdi. Yakalandıktan sonra da İmralı'da küçücük bir hücreden, ülkenin kaderine hükmetmeye devam etti. "Ben olsam asardım" demiş bir Başbakan'ı kendisiyle müzakere yapar konuma getirdi. Birçok yasal, anayasal değişikliğe dolaylı imza attı. Bölgede kan davalarından kadının pozisyonuna, dağdakilerin dönüşünden partilerin birleşip ayrışmasına, aday seçiminden tahliye kararlarına kadar her alanda ağırlığını hissettirdi. Şimdi de din alanına giriyor; İslamı tartışmaya açıyor. "Demokratik bir İslam" şiarıyla, "kafa kesen İslamcılar"ı teolojide mahkûm etmeye, " Bu din, bildiğiniz gibi değil" mesajı vermeye hazırlanıyor. Hafta sonu Diyarbakır'a dikkat! Asırlık bir tartışma yeniden başlıyor. |
Posted: 01 Jul 2014 01:59 PM PDT Dünya basın özgürlüğü haritasında üç renk var: Yeşiller, basını özgür ülkeler... Çoğunlukla Batı'dakiler... Sarılar, aradakiler. Yetmez ama özgürler. Bir de morlar var: Sansürün, baskının coğrafyası... Türkiye, "Freedom House"un son raporunda, 15 yıldır "kısmen özgür" sayıldığı sarılar arasından, özgür olmayan morlar arasına alındı; morardı. Rapora göre "Gazetecilerin işten çıkarılması, haberlerin sansürlenmesi, medya patronlarının iktidarla yakın ilişkiye girmesi" yüzünden Türk medyası, 197 ülke arasında 134. oldu. 28 Şubat günlerine geri döndü. Böylece Erdoğan hükümetinin, medyaya baskıda militarist çizgiye geldiği tescillendi. *** Bilmediğimiz bir şey değildi aslında; şaşırmadık. Yine de Sudan ve Libya'yla aynı kümede olmanın utancını yaşadık. "Daha bu hesaplamada Twitter, YouTube yasağı, MİT Yasası kısıtlamaları yok" diye kaygılandık. Ama hükümet, raporu savunma refleksiyle karşıladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu iddialı konuştu: "Gazetecilerimiz 'özgür' denilen ülkelerden bile daha özgür" dedi. Vay canına! Biz mi başka ülkede yaşıyoruz, Bakan mı? Yetmedi: Gazetecilerin bu raporu reddetmesi gerektiğini söyledi. *** İyi fikir! Bence hapisteki meslektaşlarımız Türk medyasının özgür olmadığını söyleyenleri hücre kapılarına vurarak protesto etsin. "Hapsedildik, ama özgürüz" diye bağırsınlar. Bizler, hükümet talimatıyla işinden olanlar, "Kovuldukça özgürleşiyoruz" yazılı tişörtlerle meydanlara çıkalım. Baskı altında çalışanlar, "Bizi tasmalarımızdan kurtaran Başbakanımıza şükrolsun" pankartı açıp yürüyüş yapsınlar. Bu "algı operasyonu"nu durduralım. *** Size yardımcı olamayacağımız için kusura bakmayın Sayın Bakan! "Özgür" olduğumuz konusundaki sözleriniz, âleme yönelik bir "algı operasyonu" değilse, dünyayla fazla ilgilenmekten, Türkiye'ye ilgisiz kalmakla açıklanabilir ancak... Hatırlatalım: Burası, Başbakan'ın medya patronlarını konutuna çağırıp "Böyle haberler istemiyorum" konuşması yaptığı ülke... Çoğumuz o talimattan sonra paniğe kapılan patronların kararıyla, onlar daha rahat ihale alabilsin diye, çalıştığımız kanallardan, gazetelerden kovulduk. Burası, Başbakan'ın haber kanallarını telefonla arayıp "Böyle haber yapılmayacak, o adam ekrana çıkarılmayacak, o altyazı yazılmayacak" talimatları verdiği, kendisine yalakalık yapacak kanalları alsınlar diye işadamlarından havuz oluşturduğu ülke.. Burası, "Beyefendi üzülür" diye manşet değiştiren patronların, yayın yönetmeni fırçalamayı âdet edinmiş bakanların, hükümete yakınlığına göre Ankara temsilcisi atanan gazetelerin ülkesi... Hükümet borazanı olmamış medyadan herhangi bir büroya girin ve sorun: Bir dokunsanız, bin ah işitirsiniz. *** "Yine de bak her şey yazılıyor" diyorsunuzdur. Evet, burası sonucuna (sansürlenmek, kovulmak, hedef gösterilmek, tehdit edilmek, saldırıya uğramak vs.) katlanmak kaydıyla her şeyin söylenebildiği bir ülke... Ama o da sizin bahşetmeniz nedeniyle değil, sayıları giderek azalan dürüst seslerin cesareti sayesinde.. . O yüzden iyisi mi bizden özgür olduğumuzu söylememizi ve o raporu reddetmemizi beklemeyin Sayın Bakan! O raporu yazdıran sizlersiniz. Kolaysa siz reddedin. |
Posted: 01 Jul 2014 01:59 PM PDT Aileden Sorumlu Bakan, ailelere, "İstismara karşı çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin" diyordu ya... Dün devlet öğretti çocuklara çığlık atmayı... Bu 1 Mayıs'ın unutulmaz görüntülerinden biri, evinde otururken polis gazıyla "istismar" edilip gözleri kavrulan yavrucakların annelerine sarılıp çığlık çığlığa ağlamasıydı. Bakan, çığlık atınca devlet yardıma koşar sanıyordu. Oysa çocuklar, çığlıklar atarak devletten kaçıyordu. *** İstanbul'un "söylemde şair, şiddette mahir" valisinin sıkıyönetime bahane saydığı uzun namlulu tüfekler, Kalaşnikoflar çıkmadı ortaya... Ama polisin daha önce canlara, gözlere mal olan tazyikli, zehirli suyu, gaz bombası, plastik mermisi, kalkanı, copu, dayağı oradaydı. Bu ülkede can güvenliğine asıl tehdidin, güvenlik güçlerinden kaynaklandığı; onlar karışmadıkça, karıştırmadıkça yurttaşın güle oynaya bayramını kutladığı bir kez daha anlaşıldı. Gezi Direnişi sırasında telefonda, "Taksim'i açsak ne olur ki? Ama (Erdoğan) Nuh diyor, peygamber demiyor" diye yakınan İçişleri Bakanı'nın halefi bunu görmüyor mu? Gezi eylemlerini "Bunlar demokratik gelişmişliğimizin tezahürüdür" diye yorumlayan Cumhurbaşkanı bunu bilmiyor mu? Biliyorlar elbette; Türkiye'nin günbegün nasıl bir felakete sürüklendiğini "içerden" görüyorlar. Ama Erdoğan'ın otoritesi ağır basıyor, korku veren gidişat engellenemiyor. *** Şehrin en canlı meydanının devasa bir karakola dönüşmesi, işçilerin bayramlarını özgürce kutlamaktan men edilmesi, Türkiye'nin günbegün bir polis devletine dönüşmesi, dünyanın olup biteni acıyan gözlerle izlemesi başarıysa, Erdoğan, 1 Mayıs'ta büyük başarı kazanmış demektir. Kimsenin gözünün yaşına bakmamış, otoritesini sağlamlaştırmış, iktidarını perçinlemiştir. Tercihini, barışçıl bir kutlamaya kapı açmak yerine, onu baskıyla ezmekten yana kullanmıştır. Dün, bu sayede 1 Mayıs, engellenmiştir. *** Peki Erdoğan'ın hırsı, izanının önüne geçti diye, polis onun emrinde bir baskı aygıtına döndü diye, gidişatı gören sağduyulu sesler bile sustu diye bu toplum siner mi? Belki bugün siner. Ama bunun uzun sürmeyeceğini, bir toplumun tamamen sinmeyeceğini, tersine, şiddetle üzerine gidildiğinde şiddete yöneleceğini, aynı şiddetle direneceğini, Güneydoğu tecrübesi öğretmedi mi bize? Gezi'de olup bitenler ders olmadı mı? Bu ateş, öfkeyle sönmez; harlanır. 12 Eylül zulmünün yetiştirdiği çocuklara, Güneydoğu'da tanklar işlemedi. Şimdi Erdoğan şiddetine karşı çığlık atmayı öğrenerek yetişen çocuklara TOMA'lar işler mi? CHP'ye alkış 1 Mayıs'ta CHP milletvekilleri her eylemin içindeydi. En öndeydiler. Kortejde sendikacılarla kol kolaydılar. Direnişte TOMA'ların önüne yattılar. Gözaltına alınan gençlere sahip çıktılar. İtilip kakıldılar. Gaz yediler, yaralandılar. Ama nihayet ana muhalefet partisinden beklediğimiz şekilde halkın yanında saf tuttular. Farklı beklentilerle topa girmeyen muhalif partilere ve vekillere inat, halkın direnişine de, ezilişine de ortak oldular. Anlaşıldı ki, partide bir yenilenme yaşanacaksa bu, her zamanki gibi kurultay kürsülerinden seslenerek değil, TOMA'ların suyundan beslenerek olacak. |
Posted: 01 Jul 2014 01:54 PM PDT "Yasak" tabelası, her iktidarın vazgeçilmezidir. Ne kadar çok yere bu tabelayı dikerse, toplumun gemlerini o kadar çeker, o kadar kolay hükmeder. Evde uslu çocuk ister; okulda düzenli öğrenci, camide katıksız mümin, kışlada itaatkâr asker, büroda, fabrikada "Vur başına al ekmeğini" memur, işçi... "Yapma" dedin mi, "Niye"si sorulmasın ister iktidar... "Yasak" dedin mi, sorgulanmasın, uygulansın. "Vardır amirlerimin bir bildiği" densin, kurcalanmasın. Çünkü böylelerini yönetmesi kolaydır. Bir havuçla bir sopa yeter. *** Zor olan, asileri yönetmektir. Çünkü onlar itaati değil, itirazı bilir. Kendisine uzatılan havucun peşinden girmez ağıla hemen; her emri dinlemez, "yasak" tabelasını sevmez. "Neden" diye sorar, "Ne hakla" diye kızar, arar hakkını hukukunu; sopalamaya kalktın mı azar. Böyleleri için "Girilmez" tabelası, tahrik edici bir "Gir" çağrısından ibarettir. " Yasak"sa zaten delinmek içindir. *** 1 Mayıs'a Taksim yasağı, sadece bir inat meselesi değil elbette; ama bu anlattığıma ilişkin bir boyutu da var. Kimi büyük işçi sendikalarının "Taksim yasak hemşerim" talimatını duyunca kuyruğu kıstırıp "Haşmetmeap nereyi uygun görürlerse orada kutlayalım" diye hazırola geçmesi, bunun işareti... DİSK'in, KESK'in, muhalif partilerin, gençlik ve öğrenci örgütlerinin "Taksim" diye diretmesi de öyle... Havuç yeme peşindeki uysallarla "Yemişim havucunu" tavrındaki asilerin tarihsel ayrışması bu bir yerde... *** Daha önce sıkıyönetim baskılarına rağmen savunulmuş bir hak var ortada... Orada katledilmiş insanların anısı var. Alan açıldığında barış içinde kutlama geleneği var. Ve şimdi de mantığı olmayan bir yasak var. Hükümetin "Bunlar gövde gösterisi yapar, façamızı bozar" korkusuyla koyduğu, dayanaksız, hukuksuz bir yasak... *** Hukuk devletinde bu tür kilitlenmeleri yargı çözer. Demokratik devletlerde uzlaşma kültürüyle çözülür. İnsan haklarının egemen olduğu yerlerde, kişi hak ve hürriyetleri gözetilir. Otoriter rejimlerde ise "Şef" ne derse o olur. Türkiye, şimdi bu sonuncu şablona sokulmaya çalışılıyor. "Şef" istediği belgeye "Gizlidir" damgası vurabilsin, istediği yayın organını "Sansür" koyup susturabilsin, istediği meydanı "Yasaktır" tabelası asıp kapatabilsin isteniyor. Uslu çocuklar, katıksız müminler, itaatkâr askerler, gözde memurlar, "Canım şu uzaktaki kum havuzunda oynayalım, ne olacak" diye kenara çekiliyor. Bu tavizin, yarın yenilerini getireceği, yakında hükümetin uygun görmediği hiçbir yerde, onun izin vermediği hiçbir sözün söylenemeyeceği, giderek toplumsal muhalefetin tamamen susturularak ağıla tıkılacağı görülmüyor. *** Başbakan'ın göremediği de şu: Biz, kendisinden farklı olarak, itaate değil, itiraza dayalı bir kültürde yetiştik. Koşulsuz boyun eğmeyi değil, her koşulda sorgulamayı öğrendik; çocuklarımıza da öyle öğrettik. İnsanlığın, sinerek değil, sorarak geliştiğine inandık. Her emrin, sözün, kitabın, yasağın, kararın nedenini, niçinini sorguladık. Belki o yüzden 3 kişi bir araya geldiğimizde bir örgüt disiplinini beceremiyoruz, ama yine de hiç değilse -çok şükür ki- bunca darbeye, yasağa, baskıya, zorbalığa, bütün o meydanlara yığdığınız TOMA'lara, göz çıkaran gaz bombalarına, kurşunlara rağmen yılmıyor, itiraz ediyor, meydanlara çıkıyor, haykırıyor, hayal ettiğiniz gibi bir uysallar ordusu olmuyoruz. Zorlamayın, sizin kalıp bize dardır. Okullar kadar, meydanlarda okuyarak yetiştik biz... Şimdi her yasağa meydan okumamız ondandır. |
Posted: 01 Jul 2014 01:53 PM PDT O gün Anayasa Mahkemesi'nin, gereğinde Yüce Divan yargılamalarında kullanılacak salonunda, göz hizasının hayli üzerinde, yüksek mevkilerde oturan kara cüppeli hâkimlerin "tepeden bakan" nazarları altında, hep kendisinin konuşmaya alışkın olduğu kürsüye mecburen bakan ve hiç hazzetmediği konuşmacının yalınkılıç ithamlarıyla yüzü dalga dalga bozarıp bozgun yemiş kumandanlarca kararan Erdoğan'ın iç dünyasını tahmin edebiliyoruz artık... Onu tanıyoruz. "Neden geldim ki buraya" pişmanlığıyla, "Daha da gelirsem..." düşmanlığı arasında salındığını, "Ali, hadi kalkıp gidelim" hırçınlığından, "Hele bir Köşk'e çıkayım, bunların alayını değiştireceğim" öfkesine savrulduğunu, "Adam demediğini bırakmadı, Abdullah niye gülümsüyor ki" diye kinlendiğini, "Bitse de gitsek" sabırsızlığıyla içinin içini yediğini, elinde sıktığı kitapçıktan takip ettiği suçlayıcı satırları, bir de kulağıyla işitiyor olmanın, ruhunda nasıl fırtınalar estirdiğini sezebiliyoruz. Bitişte alkışlamayacağına, kokteyle filan kalmayacağına, hızla olay yerinden uzaklaşacağına bahse girebiliyoruz. Barda olay çıkaranların, "Erkeksen dışarı gel" meydan okumasını andırır şekilde, hasmına "Cüppeni çıkar da gel" diyeceğine, çıkar çıkmaz yakın çevresine ve kalemşörlerine "Saldırın" komutu vereceğine yemin edebiliyoruz. Onu biliyoruz. *** Peki neden bu tahammülsüzlük? En küçük eleştiride "Bana ha..." diye diklenmeler? Bir evrensel hukuk dersini, "Misafire yapılır mı", "İnsanlığa sığar mı" türünden hissi alınganlıklarla göğüslemeler? "Kendi görüşü öyle olabilir, biz farklı düşünüyoruz" deyip geçmek yerine deplasmanda fark yemiş takım psikolojisiyle "Sen elbet bizim elimize düşersin" ruh haline bürünmeler?.. Eleştiri sahibinin "paralel"liğine dair kanıtlar, radikal dönemine ait fotoğraflar peşine düşmeler?.. Neden bu herkesten itaat, iltifat, itikat beklemeler? Gelmeyince öfkelenmeler?.. *** "Narsizmden..." Psikolog Aycan Esenergül'ün Cumhuriyet'teki harikulade makalesinden anladığım o... (http://www.cumhuriyet. com.tr/haber/turkiye/64423/ Sizce_kimi_tarif_ediyor__ Narsis_Kisilik_Bozuklugu. html?vhfrpvqezfriqeiq) Esenergül, "Narsis kişilik bozukluğu"nun ipuçlarını -özetle- şöyle sıralıyor: "Narsisin her konuda bir fikri vardır ve hep haklı olduğuna inanır. Herkesten yetenekli ve üstün, olağanüstü bir kişilik olduğunu sanır. Başkaları da öyle görsün ister. Onay, beğeni, övgü bekler. O nedenle sadece kendisine koşulsuz biat edenlerle yakınlık kurabilir. Egosunu besledikleri sürece onlara rütbe verir Beklediği övgü gelmediğinde veya eleştirildiğinde bozulur. Öfkesini akılcı bir filtreden geçirmeden, kontrolsüzce yansıtır. Karşı çıkanları aşağılamakta, cezalandırmakta, suçlamakta, değersizleştirmekte tereddüt etmez." *** Narsis kişilik ile otoritenin buluşması patlayıcıdır. Zararsız narsisin, "Nasıl olur da beni beğenmezler" serzenişi, iktidarda "Bana nasıl itaat etmezler" diklenişine dönüşür. Ve iktidar sahibi, itiraz sahibini ezmeye çalışır. "Ayna ayna, söyle bana, benden iyisi var mı" sorusuna "Var" diyen cüretkâr ağızlar, muhalif meydanlar kapatılır. Son itiraz da bastırılana kadar baskı artırılır. *** Esenergül'ün makalesinde neden narsis olunduğunun ve bu yolun kötü sonunun da ipuçları var. Pazar pazar moralinizi bozmamak ve sizi -adını bu illetten alan- nergisten soğutmamak için onları yazmayayım. Sadece o sonu engelleyebilmek için uzmanımızın yazdığı reçeteyi aktarayım: "Aile içinden başlayarak, tüm üstyapı kurumlarına yayılan, içselleştirilmiş bir demokrasi ile evrensel insan hakları anlayışı, söylemi, uygulamaları..." Narsis Dışarıda taziye, evde tehdit Yargı, Ermeni meselesinde de yürütmeyi açığa düşürdü. Tam da Başbakan'ın, 1915 kurbanlarının torunları için taziye mesajı yayınlayıp "Nefreti ayıplayalım, saygıyı yüceltelim" dediği gün, Ankara'da Prof. Dr. Baskın Oran'ı tehditten yargılanan polis memuru beraat etti. Ne demişti o polis memuru Prof. Oran'a: "Ermeni piçi... Ölümün bizim elimizden olacak." Nerede demişti bunu? Polisevinden attığı e-mail mesajında... Ne ifade vermişti? "Adres benim. O tür çok mesaj attım. Bunu da atmış olabilirim. Hatırlamıyorum." Savcı ne demişti: "Gördünüz işte, hatırlamıyor." Mahkeme ne karar verdi: "Delil yetersizliğinden beraatına..." "Nefreti ayıplayalım" çağrısı yapanlar, Baskın Oran'a da bir özür mesajı yollamayı düşünür mü? |
Eski Tabular Öldü, Darısı Yenilerine Posted: 01 Jul 2014 01:53 PM PDT 23 Nisan gününün haberleri şunlardı: - Başbakan Erdoğan, 1915 olaylarıyla ilgili taziye mesajı yayımladı, "Acımız ortak" dedi. - Ataşehir'de 11 anaokulundan 520 öğrenci, topluca namaza götürüldü. - Meclis'te konuşan Pervin Buldan, "Sayın Öcalan'la başlatılan diyalog süreci artık müzakereye dönüştürülmelidir" dedi. - Başbakan'ın koltuğuna oturan öğrenci, törene başörtülü öğretmeni ile geldi. *** Yaşayanlar hatırlar: 1990'lar Türkiyesi'nde bu haberlerin her biri bir darbe gerekçesiydi. Ermeni meselesi... Çocuklara din eğitimi meselesi... Kürt meselesi... Türban meselesi... Önceki gün, Türkiye'nin zihnindeki tüm tanıdık tabular, adeta geçit töreni yaptı. Kıyamet kopmadı. Daha önce dehşetle karşılanan "Sayın Öcalan" ifadesine Meclis aldırmadı. Başbakan'ın 99 yıldır yok sayılan "acı" hakkındaki taziyesi, "Hayırlısı olsun" diye geçiştirildi. 28 Şubat döneminde "Şeriat kapıda" manşetiyle karşılanacak toplu çocuk namazı, haberden bile sayılmadı. Yıllarca devrim kanunları hatırlatılarak karşı çıkılan türbanlı öğretmen de örtüsüyle değil, merdivende düşüşüyle haber oldu. *** Ne oluyor? Türkiye tabularından arınıp normalleşiyor mu? Yoo.. Sadece yeni tabular, eskileriyle yer değiştiriyor. Cumhuriyeti korumakla görevli askerlerin tabuları farklıydı. Cumhuriyetle sorunu olanların tabuları farklı... 28 Şubat'ta askerin merkez medyadan beklentisi, kendi hassasiyetlerinin topluma yansıtılması, kendi müdahalelerinin saklanmasıydı. Merkez medya, emredileni yaptı. Bugün "merkez"i, Erdoğan teslim aldı. Aynı medya, inanılmaz uyum yeteneği ve yeni patronunun talimatıyla aynı işleve soyunuyor: Dünün öcüleri, "başörtülü öğretmen"di, "zorla namaza götürülen çocuklar"dı, "Sayın Öcalan"dı. Bugünün öcüleri "çapulcular", "paralel devlet", "faiz lobisi", "vaiz lobisi", vs... Dün, askerin yargıya, medyaya, üniversiteye, bürokrasiye müdahalesi görmezden gelinirdi; bugün aynı ayrıcalıktan Erdoğan yararlanıyor. Dün, "Askerin morali bozulmasın" diye TSK'nin hataları kamuoyundan gizlenirdi; bugün askere vurmak serbest, polisin moralini bozacak haber yapmak yasak... Ve yeni tabu: "Yolsuzluk"... "Gülen kasetleri" ile 28 Şubat sürecini inşa eden medya, bugün Erdoğan'ın yolsuzluk kasetlerini gizlemekle görevli... O konuya dokunan, yanıyor. *** Yani tabusuz kalmış değiliz; eski tabular yıkılırken yeni dönemin yeni tabuları yaratılıyor. Ama yine de bu süreç, bize bu ülkenin, ne kadar hızla tabu eskitebildiğini de gösteriyor. Dünün mağrurları bugün mağdur koltuğunda... Bugünün mağrurları, yaptıklarına bakıp yarın başlarına gelecekleri görmeli. Yolsuzluk tabusu da devrildiğinde, savunmalarını yazacak gazete bulamayacaklar çünkü... |
Posted: 01 Jul 2014 01:52 PM PDT "Agorafobi", psikolojik bir rahatsızlığın adı... "Agora" Yunancada "geniş meydan" anlamına geliyor. "Fobi", korku karşılığı kullanılan, yine Yunanca kökenli bir sözcük... Özellikle panik atağı olan insanların, kalabalık yerlerde kalıp kaçamama korkusuyla açık alanlardan kaçınması, "agorafobi" olarak tanımlanıyor. Siyaset biliminde de yeri var: Agoralar, Batı kültüründe kentlilerin buluştuğu, tartışıp konuştuğu, mitingler, gösteriler, yürüyüşler yapıp itirazlarını dillendirdiği meydanlar... Kitle psikolojisinin canlandığı, dayanışma ruhunun şahlandığı mekânlar... Bu buluşmalar halk için ne kadar cazipse, iktidar sahipleri için o kadar ürkütücü... Meydan, otoriteye meydan okumanın da meydanı çünkü... *** Son yıllarda her 1 Mayıs'ta Taksim'in kapatılması boşuna değil böyle bakınca... Taksim, tarihçesiyle de, genişliğiyle de potansiyel bir isyan merkezi gibi görünüyor. Haktan, hukuktan, insandan yana bir iktidarın meydan korkusu olmaz; bilakis, gidip orada emekçilerle saf tutar. Ama hukukla değil, baskıyla hükmedenler için Taksim Meydanı bir sınav alanıdır. Hele memlekette muhalefet zayıflatıldıysa, bütün itiraz kapıları kapandıysa, medya susturulduysa, üniversite bastırıldıysa, pankart açmanın bedeli adam öldürmekten pahalıysa ve itirazını dillendirmek için insanlara meydanlardan başka mecra bırakılmadıysa... Meydan, tek bir ağızdan haykıran devasa bir insandır. *** 1 Mayıs 1977'de ondan kana boğdular Taksim'i... 1979'da sıkıyönetimle ondan yasakladılar. 12 Eylül'den sonra gösteriye kapatılması da ondandır. Dün basın açıklaması yapmak isteyen bir avuç insanın iktidarda yarattığı panik ve karşılaştığı şiddet de ondan... Başbakan'ın halkın meydanını halka kapatmaktaki pervasızlığı da ondan... Korkudan... "Meydan bizi devirir" korkusundan... *** "Taksim yasak. Onun yerine bazı ilçelerimizde butik meydanlar yapacağız" diyor Başbakan... Kupon arsalar gibi butik meydanlar da ondan sorulsun istiyor. Zor. Modern kentli toplumları, gelişme çağında çocuklar gibi tembihleyip kum havuzunda oynatamazsınız. Halka ait meydanları halka kapatamazsınız. Sıkıyönetim yapamamış, siz mi yapacaksınız? Gezi, bu "Ben yaptım oldu" kafasına, "astığım astık kestiğim kestik" havasına verilmiş okkalı bir cevaptır. Hükümet, yasaklarla hükmetmeye devam ettikçe de tekrarlanacaktır. *** Psikologlar, "Agorafobisi olanlar meydana çıkarsa, panik, baş dönmesi, terleme gibi sonuçlar doğabilir" diyorlar. Bu belirtileri iktidarda gözlüyoruz. Tedavisi? Terapi almanız lazım. Meydan korkunuzu yenmeniz için uzmanlar size yardımcı olacak. Yanlış inanışlarınızı anlatacak. Nefes teknikleriyle rahatlatacak. Yavaş yavaş elinizden tutup kalabalık yerlere sokacak. Ve meydanlara alışacaksınız. Başka yolu yok. |
Posted: 01 Jul 2014 01:49 PM PDT Sinsi bir kardeş katilidir iktidar... Yaldızlı saraylarda, şaşaalı tahtların ardına gizlenir; bunak bir felaket tellalının kötücül diliyle şahın kulağına hırsın, ihtirasın, kıskançlığın, bencilliğin, öfkenin zehrini üfler, yayılan ihanetten, yaklaşan felaketten, kardeşin kardeşe ettiğinden bahseder, kardeşi kardeşe düşman eder. Kardeşler ölümlüdür; nihayetinde giderler. İktidarsa, gemlenemeyen hırsıyla ebediyen hükmeder. *** Türk siyasi hayatı, iktidar sarkacında yolları, kolları ayrılmış "kardeşler"in, ihtilaf öyküleriyle doludur. Bu hazin ayrılıklar kitabının ilk bölümü, Atatürk ve İnönü'ye aittir. Neredeyse bir ömür boyu, kardeşçe omuz omuza, yan yana durmuş, bir "İmparatorluğun" yerine bir "Cumhuriyet" kurmuş bu iki dost, iktidar dönemlerinin son turunda küsmüş, ayrı düşmüştür. Bayar ile Menderes'i düşünün... Bir büyük siyasi hareketi birlikte var eden iki isim, devletin zirvesini paylaştıktan ve yıllarca birlikte çalıştıktan sonra yönetim tarzında anlaşamayıp ayrı yönlere savrulmuştur. Hafızalardaki son görüntüleri, Yassıada'da yan yana iki sandalyede yargılanırken, birbirlerine sırtlarını dönmeleri olmuştur. Demirel ile Özal, bürokraside "abi-kardeş"ti; siyasette birbirlerine düştü. O kadar ki, 12 Eylül yönetiminde görev almak için "abisi" Demirel'den izin isteyen Özal, 5 yıl sonra Demirel'in siyasi yasağı kalkmasın diye kampanya yaptı. Kadere bakın ki, onlar da Atatürk'le İnönü gibi ya da "rakip kardeşler" Ecevit'le Baykal gibi "halef-selef" oldular. *** "Bir koltuğa sığmayan iki isim" adlı siyasi gerilim romanının son bölümünü okuyoruz şimdi; Erdoğan-Gül kardeşliğinin çözülüşünde... Orada da iş, halef-selef olmaya gelince, "beraber yürüdükleri yollar, beraber ıslandıkları yağmurlar" faslı bitti, bir anda, "Ben terledim, sen terlemedin" noktasına gelindi. "Kardeşlik hukukunda olmaz" dedikleri ne varsa, bütün unsurlarıyla devrede: Yüze gülüp arkadan kuyu kazmalar, örtülü gruplaşmalar, karşılıklı laf taşımalar, işine taş koymalar, tatsız imalar, tribüne oynamalar, aleyhte yazı yazdırmalar, kıskançlıklar, alınganlıklar, "Böyle yapacaksan ben yokum" diye meydan okumalar... Kitabın daha önce okuduğumuz bölümleri, sıradaki sahneleri ele veriyor: Aleni uyarılar, karşılıklı karalamalar, bayrak açmalar, giderek kopmalar, hatta "hainler" listesine konmalar... Kardeş kavgası, hukuk tanımayan bir iktidar hastalığıdır. *** Benim kardeşim yok. Olsaydı, "Sen çık kardeşin gelecek" baskısıyla onun evine taşınıp koltuğuna oturma hazırlığı yaparken, üstüne bir de "Zaten bu ev, terlilere yaraşır" filan diyerek kendimi tanımlamazdım. "İşleri ben götürürüm. Yanına bir adam vereyim, sen benim emaneti taşı" diye onu aşağılamazdım. Benden hızlı davranan kalemşorlarıma, kardeşim aleyhine yazı yazdırmazdım. Kardeşimin azılı düşmanlarını yanımda barındırmazdım. "Kardeşlik hukuku" diye övünüp durduğum göreneğe toz kondurmazdım. Ama başta "Tarih" adlı ibret kitabından örnekler verdik ya: İktidar, sinsi bir kardeş katilidir. Bir kez ihtirasın bıçağını çekti mi, ne kardeşlik tanır, ne hukuk... |
Posted: 01 Jul 2014 01:49 PM PDT Zor gibi geliyor değil mi? 1982 senesinde biri çıkıp "Evren yargılanacaktır" dese kaç kişi inanırdı acaba? Onunki geç oldu biraz... Bu, öyle olmaz. *** Bir tahmin değil bu; temenni de değil; bir zaruret... Türkiye, anayasasında yazdığı gibi bir hukuk devleti ise, adalet, güçlüler için değil, haklılar için var ise, yargı önünde herkes eşit ise, Erdoğan yargılanacaktır. Ne cumhurbaşkanı olması, ne toplumu baskıyla korkutması, ne savcıları "vatanseverler/ vatan hainleri" diye ayırması, bu yargılamaya engel olamaz. Adalet, bazen geç, ama er geç yerini bulur. *** Ne yani; sandıktan yüzde 45 oy çıktı diye onca yolsuzluk dosyasının üzeri örtülecek midir? Medya yazmıyor, yargı harekete geçmiyor, internet susturuluyor, hırsızlar şişinerek geziyor diye, ayakkabı kutusundaki paralar, rüşvet kol saatleri, yatak odasındaki para sayma makineleri, "Paralar çok yer tutuyor babacığım"lar, "Ne varsa sıfırlayın"lar unutulacak mıdır? Milyarlık ihaleler için müdahale telefonlarının, "Kupon arazileri benden habersiz satmayın" talimatlarının, orman arazisinde yapılaşma yasağı çiğnenerek yaptırılan villaların, rüşvetçilerin seyahat ikramlarının hesabı sorulmayacak mıdır? Bunları soruşturan savcılar görevden alındı, yargılayan hâkimler ayarlandı, araştıran gazeteciler telefon talimatıyla işten attırıldı, ekranlar karartıldı diye o dosyalar kapanacak mıdır? Yargının apaçık durdurma kararına rağmen Atatürk Orman Çiftliği'nde sürdürülen Başbakanlık inşaatının, "Güçleri yetiyorsa yıksınlar" meydan okumasının bir bedeli olmayacak mıdır? "Kırın kapıyı girin. Çoğunluk bizde... Suçsa, suç olmaktan çıkaran yasa yaparız" talimatı cezasız mı kalacaktır? *** "Yargılanmaz" diyenler, tarih bilmeyenlerdir. Bu çapta bir yolsuzluğu örtmeye hiçbir seçim zaferi, hiçbir milli güvenlik bahanesi, hiçbir balkon kenetlenmesi veya "cambaza bak" stratejisi yetmez. Bu çapta bir yolsuzluk, bunca hırsızlık örtülemez. Adalet mülkün temeli ise, Erdoğan yargılanacaktır. *** Aydınlanma çağının ünlü hukukçusu Cesare Beccaria, tam 250 yıl önce yazdığı "Suçlar ve Cezalar Hakkında" kitabında, (Sami Selçuk çevirisi, İmge, 2004) şöyle diyor: "Suçu önlemenin en etkin yolu, cezanın ağır olması değil, kaçınılmaz olmasıdır." Suçun cezasız kalması, sadece suçluyu cesaretlendirmekle kalmaz, suçu da özendirir. Başbakan hukuku tanımıyorsa, halk neden tanısın ki? Yapanın yanına kâr kalıyorsa, kim neden yapmasın ki? "Bu ülkede suç işleme özgürlüğü vardır" inancı zihinlere yerleşmeyecekse, büyük bir kaos fırtınasında hukuk ayaklar altına alınıp gücü gücü yetene girişmeyecekse, Erdoğan yargılanacaktır. *** Merak ediyorum; savcılar, bu dönem cüppe giydikleri halde olup bitene seyirci kalmalarının utancını çocuklarına nasıl anlatacaklar? Gazeteciler, bütün o telefon konuşmalarını görmezden gelmenin günahını nasıl taşıyacaklar? Hukuk fakülteleri, hukuk katledilirken susmuş olmanın ağırlığıyla nasıl eğitim yapacaklar? Çankaya Köşkü, kanunsuzluğa sığınak olursa nasıl ayakta kalacak? O yüzden diyorum ya; Kenan Evren'i hatırlayın, "Nasıl olacak" demeyin; bu çapta bir hırsızlığın üstü kapatılamaz. Hiçbir toplumun vicdanı, bu kanamaya dayanamaz. Er ya da geç... Erdoğan yargılanacaktır! |
Posted: 01 Jul 2014 01:47 PM PDT Gezi Direnişi, Türkiye tarihinin en büyük kitle hareketlerinden biri, belki de başlıcasıydı. Bittiğinde kimileri direnişin ezildiğini düşündü. Oysa Erdoğan'ın Gezi Parkı'na kışla yapılacağını söylediği ilk tarihten bu yana (1 Haziran 2011) neredeyse 3 yıl geçti. Bugün kimse "kışla"yı ağzına bile alamıyor. Başlı başına bu bile, Gezi Direnişi'nin başarısıdır. *** Radikal Pazar'da Seyfi Öngider, değişik partilere dağılmış "Gezi isyancıları"nın demokratik, özgürlükçü yeni bir dönem başlatabilecek yetenek ve nitelikte olduğunu yazdı. "Birleşik bir muhalefet hareketinde buluşabilirlerse, Türkiye'yi yeniden inşa edecek bir siyasi blok haline gelebilirler" dedi. Çokları, Gezi'den hemen bir parti doğacağını ummuştu. Aslında temel referanslarını Gezi Direnişi'nden alan, "lidersiz" bir Gezi Partisi kuruldu da... (http://www. gezipartisi.org.tr/) Ancak bu hareketin partileşmemesinin daha iyi olacağını savunanlar da vardı. Ben de onlar arasındaydım. Almanya'da Yeşiller deneyimi yaşanmıştı. Partileşme, kurumsallaşmayı, kurumsallaşma ise sisteme ayak uydurmayı getiriyordu. Oysa Yeşiller'in asıl katkısı, çevre bilincini tüm partilere yaymak olmuştu. "Gezi ruhu" da böyle bir katkı yapabilirdi. *** Nitekim öyle oldu. Geçen bir yılda o ruh, geldiğini değişik vesilelerle hissettirdi. Seçimde, sandık başında sabırla, inatla nöbet tutan, şaibeli sonuçların peşinde koşan seçmen duyarlılığı, biraz da Gezi bilinciyle politize olmuş gençlerin işiydi. Sosyal medyanın, ana akım medyaya alternatif olarak ortaya çıkışı ve yazılmayanı yazma, muhalifler arası dayanışma amacıyla kullanılışı da Gezi'nin popüler kıldığı silahlardan biriydi. Hükümetin Twitter'ı kapatma çabası boşuna değildi. Seçim öncesi hırsızlıkların deşifresi bu yöntemle oldu çünkü... Kıymet Teyze'nin bir mahalle parkında dozerlerin önüne oturması bile, Gezi'den mahallelere yayılan çevreci damarın simgesiydi. Aynı direnişi, ODTÜ öğrencileri, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da gösterdi. Nihayet son olarak "OccupyCHP" de yine Gezi'nin mahsullerinden sayılabilecek bir gençlik eylemi olarak gerçekleşti. *** "Gezi", kendiliğinden oluşmuş gibi görünse de, dünyada akrabaları olan bir direniş ruhu... RedHack'te dünyayı kasıp kavuran "Anonimous"un izleri var. Aynı maske, dünyanın her yerinde haksızlığın karşısına dikiliyor "Occupy Wall Street" eylemi, Gezi'nin olduğu gibi, CHP'nin işgaline de ilham veriyor. "Gezi Partisi", "Yeşiller"in açtığı patikadan yürüyor. "Lidersiz", İtalyan "5 Yıldızlı Hareket"in izlerini taşıyor. Batı'daki örnekleri gibi internette örgütlenen birçok site, merkez medyanın kuşatılmasına karşı, yurttaş gazeteciliğini devreye sokarak okurlara farklı haber alma kanalları açıyor. *** Demem o ki, "Gezi hareketi", dünyadaki akrabalarının son 10 yılda yaşadıklarından ilham ve ders alarak, her partiye sızıp her muhalif oluşuma destek çıkarak, Türkiye'nin geleceğine damga vurmaya devam ediyor. Bir yaşında bir hareket için büyük kazanımlar bunlar... Bu oluşumların dayanışmasıyla bir "yeniden inşa"nın harcı atılabilir gerçekten de... |
Posted: 01 Jul 2014 01:45 PM PDT Dört ay kadar önce Ali Sirmen sormuştu: "Ankara'da hâkimler var mı" diye... Soruya ilham veren efsane, ilk kez 1787'de, Prusya Hükümdarı Büyük Friedrich'in hayatını anlatan Fransızca bir kitapta anlatılmıştır. Efsaneye göre hükümdar, sarayının yakınlarındaki bir değirmenin yelken gürültüsünden rahatsız olmuş. Adamlarını yollayıp değirmeni satın almalarını söylemiş. İstememiş değirmenci; Kral fiyatı artırdıysa da "Değirmenim satılık değil" diye ayak diremiş. Kızmış Kral: "Ben Prusya Kralı'yım. O kim oluyormuş?" diye gürlemiş. "O kralsa ben de değirmenciyim" karşılığı gelmiş. Bu cevap üzerine hepten dellenmiş Kral... Sormuş: "Bir Groschen (kuruş) ödemeden, zorla alırım değirmenini... Neyine güveniyormuş?" İşte o zaman, tarihe geçen cevabını vermiş değirmenci: "Berlin'de hâkimler var; onlara güveniyorum." *** Yargı bağımsızlığına böylesine güvenebilmek, bizim nicedir unuttuğumuz, güzel bir duygu olsa gerek... Bağımsız yargı, iktidarının sınırsız olduğunu, bir emirle istediği araziyi parselleyebileceğini, rahatsız olduğu tüm sesleri susturabileceğini, her kula diz çökertebileceğini sanan hükümdarlar karşısında korunaksızların sığınağıdır. O sığınakta hükümdar, adalete hükmedemez. Hâkimiyet, hâkimdedir. Hükmü, ülkenin hâkimi değil, mahkemenin hâkimi verir. *** Anayasa Mahkemesi, hâkimleri kendi hâkimiyetine alabileceğini sanan Başbakan'a "Orada dur bakalım" dedi. Hoşuna gitmeyen sesler çıkaran Mavi Kuş'u boğazlama isteğine de direndi; "Twitter'ı kafana göre kapatamazsın" kararı verdi "Hayvanlar âleminde bile olmayan özgürlük"ü insanoğlunun hak ettiğine hükmetti. Böylece -her şeye rağmen- "Ankara'da hâkimler var" dedirtti. *** II. Friedrich, bir bestekârdı, yazardı. Voltaire'le mektuplaşırdı. Bach ile arkadaştı. Aydınlanmacıydı. Serfliği ve sansürü kaldırdı, söz hürriyetini getirdi. Prof. İlber Ortaylı'ya göre "Prusya, onun sayesinde büyük devlet oldu. Aydınlanmayı kavrayamayan ülkeleri ise kan ve barut bekliyordu." Bizim Hükümdar ise aydınlanmayı kavrayamıyor. Söz hürriyetine karşı sansürü savunuyor. Adaletsizliğe direnen hâkimleri ezmenin, yargıya müdahalenin hazırlığını yapıyor. Hâkim ve savcılara, "Allah'a olan sevdanızı ortaya koyun" deyip kendi yanında saf tutmalarını istiyor. Oysa herkes, o sevdanın asıl gereğinin, apaçık ortaya çıkmış hırsızlığın üzerine gitmek, hırsızın hesabını görmek olduğunu biliyor. *** Neyse ki "gerçeğin, eninde sonunda açığa çıkmak gibi bir huyu var." Değirmenin gürültüsü asla dinmiyor: Medyayı susturuyorsunuz, Twitter konuşuyor; Twitter'ı kapatıyorsunuz, yargı karşınıza dikiliyor. Bu toplum, hapsedilmeye çalışılan elbiseye sığmıyor. Sökülen yeri dikiyorsunuz, öbür taraf yırtılıyor. İşiniz zor; giderek daha da zorlaşıyor. Bir fotoğrafın öğrettiği... Sadrazam Mehmet Fuad Paşa'ya sormuşlar: "Gerçek dostlarınız kimlerdir?" "Şimdi iktidardayım; bilemem" demiş. Kibir şişip de önünü göremez olunca insan, yağcılar korosunun alkışını dostluk sanıyor. İlk sendelemede, dost bildiklerinin nasıl tekmelemeye koşacağını, etrafının nasıl tenhalaşacağını bilemiyor. Hep söylense de "kefenin cebi olmadığını" anlayamıyor. Ama bu fotoğraf, acı gerçeği her yazıdan iyi hatırlatıyor. Sultan Abdülmecid'in torununun kızı Fevziye Osmanoğlu'nun Paris'te tenha bir cami cemaatinden bir avuç insan eşliğinde kaldırılan cenazesi, iktidarın mıknatıs etkisi dağılınca, dalkavukların nasıl başka güç odaklarına yapışıverdiğine ibretlik bir örnek.. Fevziye Sultan'ın sürgünde, eski bir halı üzerinde yatan bedeni, "Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" diye haykırıyor. |
Posted: 01 Jul 2014 01:44 PM PDT Bahçeli'ye katılıyorum: "Herkesten cumhurbaşkanı olur, Erdoğan'dan olmaz." Çünkü o post için gereken ilk özellik, kucaklayıcı olmaktır. Erdoğan'ın CV'sindeki en büyük eksiklik bu... *** Kılıçdaroğlu'nun yumruklandığı gün Başbakan'ın grupta yaptığı konuşmaya bakın; orada beher cümleye nakşolmuş öfkeyi, nefreti, kindarlığı, ötekileştirmeyi göreceksiniz: Erdoğan, seçim zaferini hazmedip yeni bir balkon konuşmasıyla ülkedeki gerilimi düşürmesini bekleyenlere "Aklınızı kendinize saklayın" dedi ve o konuşmada, adeta dağarcığındaki sövgülerin toplu dağıtım törenini yaptı: "Vatan hainleri, ajanlar, casuslar, alçaklar, işbirlikçiler, ağzından salyalar akanlar, utanmazlar, ahlaksızlar, edepsizler..." Bir hiddet tsunamisinde bütün muhalif partilere, medyaya, köşe yazarlarına, cemaate, Anayasa Mahkemesi'ne teker teker giydirdikten sonra konuşmasının sonunu, (başka birinin metninden karıştığı intibaı veren) şu cümlelerle bağladı: "77 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının her birine samimiyetle sesleniyorum: Biz ayrıştırıcı olmadık, olmayacağız. Nefretin, kutuplaşmanın dilini asla kullanmadık. Bundan sonra da kullanmayacağız. Türkiye'yi bir olarak, beraber olarak kucaklamaya devam edeceğiz." Şaka gibi değil mi? *** Bu işlerin şakaya gelmediği, gazap seansından yarım saat sonra anlaşıldı. Meclis tarihinde ilk kez bir parti lideri Meclis'te yumruklandı ve yumruklayan, "Vatan hainiydi, ondan vurdum" dedi. Burada cezayı hak eden, oyuncudan çok, suflörüdür. Çünkü memleket, taarruz emrine kulak kabartmış meczuplarla doludur. 17 Aralık'tan beri kendisini eleştiren herkese, CHP liderine, Gezi eylemcisine, Gülen cemaatine, TÜSİAD Başkanı'na, kendisine soru soran muhabire, eleştiren köşe yazarına, medyaya, "vatan haini" yaftasını takmaktan çekinmeyen Başbakan, yükselen gerilimin olduğu kadar, Meclis'e sızan şiddetin de birinci dereceden sorumlusudur. Ülke menfaatı için acilen sakinleştirilmelidir. *** Gezi Direnişi, bu toprakların gördüğü en kitlesel sivil itaatsizlik eylemiydi. Başbakan, bu barışçıl direnişi şiddetle kırmayı seçti. Dönemin telefon kayıtlarından da ortaya çıktı: İçişleri Bakanı Muammer Güler, Gezi'nin ilk günlerinde, "direnişçiler"in parkta bir basın açıklaması yapıp dağılmak üzre kendisinden izin istediğini söylüyor ve Başbakan'la konuşmasını şöyle özetliyordu: "Yalvardım, yakardım. Nuh diyor, peygamber demiyor." Böyle olduğunu cumhurbaşkanı da, İstanbul valisi de biliyor. Gezi'yi ateşe veren de, yeni açıklanan İçişleri Bakanlığı raporundaki gibi zabıta filan değil, bizzat Başbakan'dır. Tahammülsüzlüğü, inadı, hışmıyla, ülkeyi ateşe verme pahasına yangına körükle gitmiştir. Gençleri kurşunlayarak öldüren polis için "Destan yazdılar" diyerek şiddete paye vermiştir. Polis kurşunuyla ölen çocuğun babasını, "Oğlunun mezarına bilye atarak neyin mesajını veriyorsun" diye suçlayabilmiştir. "Dik durduk, diklenmedik" diye diye diklenmenin siyasi getirisini gördükçe, her konuşmasını bir meydan okumaya çevirmiştir. *** Öfke kontrolü uzmanları, kliniğe gelenlere, "Her sözü kişisel almayın, her eleştiriyi kötü niyete bağlamayın. İş yükünüzü hafifletin, farklı şeylere zaman ayırın" tavsiyesinde bulunuyorlar. Cumhurbaşkanlığı, o "farklı şeyler"den biri değil. Orada itfaiyeciye ihtiyaç var, Neron'a değil. |
Twitter Dünyası Ne Kadar Gerçek? Posted: 01 Jul 2014 01:42 PM PDT Pamir'in ölümü üzerinden sosyal medyada başlatılan taarruz, hakikaten mide bulandırıcıydı. Bir çocuğun cansız bedenini siyasi hesaplara alet etmek, her insani seferberlikten bir Gezi hayaleti üretmek, illa işin içine Alevileri dahil etmek, hastalıklı kafaların mahsulü... Gezi ruhu nasıl korkuya yol açmış ki, bir çocuk arama dayanışması bile iktidar çevrelerinde bir isyan kıvılcımı kaygısı yaratıyor. Dün birçok köşe yazarı, bu vicdansızlığı ele aldı. Mehmet Y. Yılmaz, Pamir'in aynasından siyasi hesaplar uğruna değerleri darmadağın edilmiş "Yeni Türkiye"nin göründüğünü yazdı. Eleştirilere tamamen katılsam da, teşhise katılmıyorum. Yeni ya da eski Türkiye'de, 3.5 yaşında bir çocuğun arama faaliyetine iştirak etmeyecek, talihsiz ölümünden kederlenmeyecek insanların çoğunlukta olduğuna inanmıyorum. Tersine, Pamir'e dökülen gözyaşlarının, bizi uzun zamandır olmadığı kadar birbirimize yaklaştırıp bağladığını düşünüyorum. *** Bir aynadan söz edeceksek, Twitter'ı bir lunapark aynasına benzetebiliriz. O ayna, sessiz kalabalıkları cüce gibi gösterirken, etkisiz çığırtkanları kanaat önderi gibi devleştirebiliyor. Korkarım (ve umarım ki) biz, bu aynanın çarpıklığı yüzünden, bir avuç meczubun yazıp yandaşlarının virüs gibi çoğalttığı saçmalıkları, genel toplumsal ruh hali gibi algılıyoruz. Diyeceksiniz ki; "Polisin vurduğu bir çocuğun ardından bir 'Allah rahmet eylesin'i esirgeyen Başbakan'a destek oldu bu toplum?" O desteğin nedenlerini ayrıca tartışalım; ama bu toplumun, liderlerinden daha vicdan ve aklıselim sahibi olduğunda anlaşalım. *** Madalyonun tersinde de bir başka çarpık ayna var: Bu kez de kendi grubunu dev gibi gösteren bir ayna... Seçim öncesi Twitter'da Erdoğan'ın yenilgiye uğrayacağına dair iyimserlik öyle tavan yapmıştı ki, seçim sonuçları da aynı oranda büyük hüsrana yol açtı. Bu sefer de toplumdan ümidi kesen bir karamsarlık dalgası yayıldı. Sanırım bu çarpıklığın nedeni de, Twitter'ın cemaat oluşturma özelliği... Sonuçta kimleri takip edeceğimizi biz seçiyoruz; bizi de bizim gibi düşünenler takip ediyor. Araya sızmayı başaran farklı renkler, anında bloklanıyor. Bu durum, sanal ortamda kendi arasında haberleşen, çoğu eğitimli gençlerden, içine kapalı bir kültürel getto yaratıyor. Ve paylaşım yoğunluğu, tepki verme sıklığı, zekâ üstünlüğü, çok kalabalık ve etkili olduklarını düşündürüyor. Adı gibi, "sanal" bir dünya bu; gerçeklikle karıştırıldığında yanlış algılara ve hayal kırıklıklarına yol açıyor. Demem o ki, 140 karakterlik Twitter mesajlarından toplumsal karakter tahlili yapmak, çok sağlıklı olmayabilir. Oradaki zalimliği tüm topluma mal etmek kadar, oradaki iyimserliği ülke gerçeği zannetmek de yanılgılara yol açabilir. AĞAÇ NEFRETİ Tabutunuza tahta bulamayacaksınız Erdoğan geçen sene, kendisini çevre düşmanı ilan eden çevrelere cevaben şöyle demişti: "Biz Avrupa'yı tanırız biliriz. O ağaç sökme makinelerini nasıl ürettiklerini de biliriz. Ben biraz da yeşile hayranım, hastayım. Bu işi çok severim." Dediği gibi, "hasta"lıklı bir yeşil sevdası bu... "Seviyordum, ondan öldürdüm" diyen sevdalılar gibi, "öldüresiye" seviyor yeşili Erdoğan da... Her gün yeni bir koruluğun inşaat uğruna katledildiği haberi geliyor. Dün sıra, Ankara Macunköy'de Devlet Tiyatroları'nın atölye sahnesinin bulunduğu alandaki 60 yıllık ağaçlardaydı. Sanatçıların başında nöbet beklediği ağaçlar sabaha karşı silahlı sopalı bir çete tarafından kesilip yok edildi. Devlet, ortalıkta gözükmedi. Avrupa'nın ağaç sökme makineleri olaydı keşke... AVM düşkünü "yeşil hastaları", yok etti güzelim ağaçları... Kesen, kestiren odunlar, kuraklığına gölge, tabutuna tahta bulamayacak yakında... |
Posted: 01 Jul 2014 01:41 PM PDT Kabinede "milli" sıfatı taşıyan iki bakanlık var: Milli Eğitim ve Milli Savunma... Başbakan bir süredir bunlara yenilerini eklemeye çalışıyor. Milli hukuk... Milli basın... Son olarak Anayasa Mahkemesi'nin Twitter yasağını kaldırma kararına, "Amerikalı bir şirketin savunusunu yaptığı" gerekçesiyle saygı duymadığını ve "milli" bulmadığını açıkladı. Dışişleri'ndeki dinleme skandalını haber yapan medya da ülkenin çıkarını zedeliyor Başbakan'a göre... Oysa devlet memuru gibi çalışamayacak iki meslek grubu bu... Gazeteciler ve hâkimler, mensubu oldukları ülkenin ya da yöneticilerinin çıkarlarına göre değil, evrensel normlara göre çalışır. Öyle olmazsa, "ülke çıkarı" adı verilen cendereden ne gerçek çıkar, ne adalet... *** Erdoğan'ın "milli çıkar" perdesiyle örtmeye çalıştığı şey ne: Telefon dinlemelerine yansıyan kendi marifetleri ve Dışişleri Bakanlığı'ndaki bürokratların "milli çıkar"a uygun olduğu çok şüpheli sohbetleri... Erdoğan bunlar ortalığa saçılmasın diye her yolu denedi; köşe yazılarına, başlıklara, ekranlara müdahale etti, yayın yasağı getirtti, Twitter'ın kökünü kazıma sözü verdi. Anayasa Mahkemesi'nin, evrensel hukukun safında yer alarak yasağı kaldırmasına o yüzden öfkeli... *** O zaman şu "milli çıkar"ın ne menem bir şey olduğunu konuşalım: Kirli tezgâhlarla savaşa sürüklenen bir halkın, bundan haberdar olma hakkındadır aslında "milli çıkar..." Operasyon haberi alınca eve yığdığı paraları ne yapacağını bilemeyen hırsızların deşifre olmasındadır. Özgür basındadır, hür ifadededir. Bunları içermeyen bir "milli"yetçiliğin, milletin çıkarına olması mümkün mü? Hem İranlı bir işadamı kabineye rüşvet dağıtırken ya da Suudilere beleş arazi tahsis edilirken uyanmayan "milli heyecan", nasıl oluyor da istihbaratın harp çıkarmak için kendi türbesini bombalama planları deşifre edilince harlanıyor? Hakikatin duyulmasına hizmet eden Amerikalı şirkete karşı uyanan vicdan, Karadeniz derelerini yok eden sermayeye "milli" diye mi oluk oluk para akıtabiliyor? Bu haliyle de hassasiyetin, "milli"den ziyade "şahsi" olduğu anlaşılıyor. Burada "milli" perdelemesini kabullenirseniz, hiç kuşkunuz olmasın ardından "dini" örtüler gelecektir. *** Hakikat, milliyet tanımayan, sınırlar aşan bir evrensel değerdir. Öyle bir değer ki, dünyanın öbür ucundaki bir barış gönüllüsünü, kendi milliyetinizden bir savaş kışkırtıcısından daha yakın hissettirir size... Hukuk da öyledir. Kıymeti, evrenselliğindedir. "Milli" kıyafetler içine girdi mi, adalet dağıtmaktan çok, milli liderlerin hatalarını kapatmaya, servetini aklamaya yarar. Biz milli olanın değil, hukuki olanın, insani olanın, hakikatin peşindeyiz. Onların kaçtığı da bu zaten... |
Posted: 01 Jul 2014 01:40 PM PDT Temsil: Dar gelirli, muhafazakâr bir ailenin çocuğu... Sobalı evde doğmuş; parasız yatılıda büyümüş; çocukken su, simit satmış; futbol oynamış; babasından "Top peşinde koşma, oku, adam ol" azarı işitmiş. Biyografisinin girişinde, ortalama Türk insanının tüm unsurları var. O yüzden, "Beraber yürüdük biz bu yollarda" şarkısına haykırarak katılıyor kitleler... Kasımpaşalılık: İster "delikanlılık" deyin, ister "lümpenlik", Erdoğan bu algıyı keyifle sırtladı. Yürüyüşünden, belagatine kadar yansıyan Kasımpaşalılık, sahicilik imajına hizmet etti. Başbakanlık konutu yerine halkın içinde oturan, eve dönerken mahallenin çocuklarına top dağıtan, her fırsatta seçkinlere dokunduran "halk adamı" imajı, tapelere yansıyan servetini başarıyla örttü. İmam hatiplilik: Aldığı din eğitimi, mutaassıp tabanıyla ortak dil kurmasını kolaylaştırdığı gibi, İslami referanslardan destek almasını da sağladı. Vaizlere özgü hitabet yeteneği, kürsüde işine yaradı. Tecrübe: 22 yaşında, partisinin Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanı idi. Aynı yıl İstanbul Gençlik Kolları Başkanı oldu. 40 yıldır siyasetin içinde olması, ona siyaset bilgisi, sezgisi, deneyimi kazandırdı. Vefakârlık: Hapisteyken kendisine gönderilen mektupları saklaması, içerdeyken kendisine el uzatanları unutmaması ona prim yazdı. Kendisine bağlı olanları, ("hakaramakara" yapan Egemen Bağış'ı bile) harcamadı. Yandaşı işadamlarını servete boğdu. Kadınlar: Eve kapatılmış mütedeyyin kadınları sokağa çıkarmayı ve seçim için seferber etmeyi başardı. O kadınlar da, Başbakan'a hayranlık göstermelerine evde cevaz verilmesinin sevinciyle seferber olup mitinglere koştular. Otoriterlik: Gürleyen sesi, dinmeyen öfkesi, yasakçı siyaseti ile toplumsal hafızanın bilinçaltında yatan "kudretli hükümdar" tutkusunu, "Bize eli sopalı lider lazım" algısını kaşıdı. Suç işleyen hiçbir polisi cezalandırmayarak onları daha fazla şiddete teşvik etti. Yerel seçim olmasına rağmen adaylar yerine kendisini merkeze koyan taktiği sonuç verdi. Kontrol: TV'deki altyazılardan gazete manşetlerine, resmi ihalelerden kupon arsalara kadar her ayrıntıyla bizzat ilgilendiğini ve yakinen takip ettiğini tapelerden öğrendik. Gayretkeşlik değildi; otoriter bir liderin, iktidarda en ufak sızıntı deliği bırakmama azmiydi. Muhaliflerini, polisiyle, yargısıyla, medyasıyla, Maliye'siyle, muhasaraya aldı; kimini caydırdı. Efelenme: Davos şovundan beri, dünyaya posta koymanın iç politikadaki kıymetini anladı. Batı karşısında yıllardır ezik halkın bastırılmış öfkesini, "Eyy Batı", "Eyy Twitter" hitaplı meydan okumalarla oya tahvil etti. Zaman zaman en ağır teslimiyetleri, bu efelenmelerin gürültüsüyle bastırabildi. Mağduriyet: Kendisini iktidara taşıyan mağduriyet görüntüsünden, en kudretli anında bile vazgeçmedi. Devletle derdi olan insanlara, aslında devlet kendisi olduğu halde, değilmiş gibi devleti şikâyet etti. Kendisi yasaklar koyarken, kendisine konulan yasaklardan yakındı. İktidardayken muhalif bir görüntü verebildi. Hırs: Seçim öncesi sesi kısıldığında, gülen muhaliflerine ve "İptal edelim" diyen danışmanlarına kulak asmadı ve o halde miting yaptı. Dezavantajını avantaja dönüştürüp "Çilekeş lider" duygusu yarattı. İnat: Yanlış kararda ölümüne ısrar, Gezi'de neredeyse iktidarına mal olacaktı. En ufak mağlubiyete razı olmaması, yakınında itidal telkin eden seslere kulak asmaması, hep bildiğini okuması, her zaman üste çıkması, asla geri adım atmaması onu tamamen yalnızlaştırdı. Ama bu sayede iktidarını mutlaklaştırdı. Paranoya: Dünyaya hükmetmiş diktatörlerin en popüler politikası olan "Bayrak yere düşüyor" paranoyasını hem reklam filminde hem kürsüde iyi kullandı. "Lobiler", "vampirler", "haşhaşiler" gibi sanal düşmanlar yaratarak korkuyu büyüttü, tabanını kanatları altında topladı. Bu sayede yolsuzlukların üstünü örtebildi. Gözyaşı: Kürsüde şiir okuması, arada duygusal çıkışlar yapması, her konuşmasının sonunda aynı şarkı sözünü tekrarlatarak mitingleri ortak itikat ayinine çevirmesi, annesinin mezarında döktüğü gözyaşını bile reklam kampanyasında kullanması, propaganda tekniğinin eşsiz örnekleriydi. Pragmatizm: İlkeli görüntüsünün ardında müthiş kıvrak bir politika izledi. "Ben olsam asardım" dediği Öcalan'la pazarlığa oturduğunu ustalıkla sakladı. Nefret kampanyası yürüttüğü Cemaat'le yıllardır kol kola olduğunu unutturdu. Yolsuzluğu kendi sesiyle belgelendiğinde bile "Kefenin cebi yok" konuşması yapıyor ve kitleleri inandırıyordu. *** Daha saymalı mı? |
Posted: 01 Jul 2014 01:39 PM PDT Bu tür durumlarda en kolayı halka çakmaktır. O cahildir, yozlaşmıştır; katiline gönül vermiş, hırsızına "Daha çok soy" demiştir. Bugün bu kafada bir sürü yazı okuyacaksınız. Daha kolayı, CHP'ye çatmaktır. Onun için de kalemler bilenmiştir çoktan... Zor olansa, yenilginin nedenlerini doğru tahlil edebilmek ve bu koşullarda bile ayakta kalabilmektir "Yenildin, yine yenil. Daha iyi yenil" diyebilmektir. *** Seçimi "Haramiler kaybeder" umuduyla bekleyip dün sabah umutsuz uyananlarla, "Aç tavuk kendini darı ambarında zannedermiş" diye dalga geçiyorlar. Onlara şunu söylemek lazım: Bu ülkenin namuslu insanları, soyguncular gibi haramla doymaktansa aç kalmayı yeğledi hep; çocuklarını da öyle yetiştirdi. Bu ülke hâlâ karanlığa direniyorsa, evladını yitirmiş babaları bile bölen zihniyete inat babalar hâlâ kol kolaysa, potansiyel AVM gözüyle baktığınız parklarda ağaçlar çiçek açıyorsa, bunca sansüre rağmen yolsuzluk, arsızlık duyuluyor, yayılıyor, belgeleniyorsa, onca baskıya rağmen sokaklarda, meydanlarda, parklarda zulme hâlâ korkusuzca direniliyorsa, onlar sayesindedir. Ve bu direniş, önümüzdeki zorlu süreçte, ivmesini artırarak sürecektir. *** Ambar meselesine gelince... Özeleştiri yaparak söyleyeyim: Bizim kuşak, ütopyalarla büyümüştür. Godot'ları beklemiş, imkânsızı istemiş, hep mucize beklemiştir. Halkın sağduyusuna güvenmemiz, belgelenmiş soygunu hemen cezalandıracağını zannetmemiz, ülkemiz için bir "darı ambarı" hayal etmemiz doğal... Ama bu, halkı tanımadığımız anlamına gelmez. Yalanın gücünü biliyoruz; o gücün parayla buluşunca nelere kadir olduğunu da... Bundan ibaret değil elbet: Başbakan'ın her gittiği kentte, muhaliflerine bir güzel giydirdikten sonra, illa ki yerel sorunlardan ve oraya yapılan yatırımlardan söz etmesi, buna karşın muhalefetin sadece şikâyetle yetinmesi, daha iyisini yapacakları ümidini vermemesi... Büyük Şehir Yasası'nın kentlerin çeperlerinden AK Parti'ye oy devşirmesi... Önce cemaat çatışmasında "Dinimize saldırıyorlar" öcüsünün, son anda da Dışişleri kaydıyla "Milli güvenliğimiz tehlikede" paniğinin tetiklemesi, bu paniğin "Hırsız var" feryadını örtmesi... Hükümetin bu paniği bayraklı reklamlarla desteklemesi... "Çöpümüz daha iyi toplansın" diye yapılan bir yerel seçimi referanduma dönüştürüp kutuplaşmayla kitlesini tahkim etmesi... Birçok başka etmenle birlikte bu sonucu hazırladı. *** Ağlaşmanın vakti değil. Bundan da ders alıp "önümüzdeki seçimlere bakacağız." Gücümüzü yabana atmayacağız: Parkımızı yıkmak istediler; yıkamadılar. Mezhep ayrımcılığını kışkırttılar, kandıramadılar. Twitter'a saldırdılar, kapatamadılar. Hırsızlıklarının ortaya saçılmasına engel olamadılar. Başbakan köpürdükçe, muhaliflerini de köpürttü. İtiraz damarı sinmedikçe, iktidarı iktidarsızlaştıracak güce kavuştu. "Sandık sonucu yolsuzlukları örtmeye yetmez" diyorduk ya... Direnişi susturmaya da yetmeyecektir. Balkon Hayatımda izlediğim ilk seçim, 1977 seçimiydi. Haziran'dı. Lisedeydim. Sonuçlar açıklandı: CHP yüzde 41'i aştı. Solun bu topraklarda gördüğü en büyük seçim zaferiymiş, sonradan anlaşıldı. Atatürk Bulvarı'ndan seller gibi Çevre Sokak'a aktık. Genel Merkez'in balkonuna çıkıp zaferini ilan eden Ecevit'e baktık. "İktidar oluruz demiyorum, iktidar olduk diyorum" dedi CHP lideri... İnandık. 2 hafta sürdü zafer havası... Peşinden, daha beter bir faşizm dalgası geldi. O günden beri, balkondan konuşan liderlere kulak asmam pek... Neyse ki dün konuşan, daha gerçekçiydi. Eskisi gibi, "Hepinizin Başbakanıyım" filan diye lafı çevirmedi; "Savaşa girdik. Canınıza okuyacağım" dedi. Hadi bakalım, kolay gelsin. |
AKP’li Seçmen Hırsızlığa İnanmadı Posted: 01 Jul 2014 09:23 AM PDT Galiba hiçbirimiz böyle seçim görmedik: Bırakın dataları, başladığımızda ülkede saatin kaç olduğu bile belli değildi. Bütün iktidar olanakları seçim için seferber edildi. Birçok kentte elektrikler kesildi, "hava koşulları" bahane edildi. Anadolu Ajansı, tarihine ihanet edip hükümet sözcüsü gibi davranarak manipülasyona girişti. En çok usulsüzlük başvurusu bu seçimde yapıldı. Tam bir güvensizlik havası, seçime damgasını vurdu. *** Yine de şu tespiti yapmak lazım: Bunca ispatlı hırsızlık, aleni yolsuzluk, dehşetli baskıdan sonra iktidar partisi hâlâ yüzde 40'ı aşkın oy alıyor, büyük şehirlerde burun buruna yarışıyorsa, bunun tek tercümesi vardır: Seçmen, yolsuzluk iddialarına kulak asmamış, baskıların hak edildiğine inanmış, hükümete yeniden kredi tanımıştır. Hükümetin, "Benim ikbalim elimden gidiyor" gerçeğini, "Ülkenin istikbali elinizden gidiyor" diye yansıtmakta başarılı olduğu anlaşılıyor. Seçmen CHP alerjisini, "İnsanlar el ele tutuşsa" nostaljisinden daha çok sahiplenmiş görünüyor. "Bayrağımız iniyor" yalanı, "Soygun büyüyor" hakikatinden ağır basmışa benziyor. Seçmeni suçlamadan önce herkes kendine bakmalı; bu manzaradan ders ve sonuç çıkarmalı... *** Asıl tehlikeli olan, Erdoğan'ın ülkeyi kutuplaştırma siyasetinin sonuç vermiş oluşu... Sandıktaki rakamlar, kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Üç büyük ilde, Ankara, İstanbul ve İzmir'de oyların tam ortadan yarılmasıyla adeta iki partili sisteme geçilmiştir. Hem AK Parti, hem CHP son yerel seçime göre oylarını yüzde 5'er artırarak, Ankara ve İstanbul'da başabaş yarışarak, gidişatın ipucunu vermiştir. Başbakan, balkon konuşmasıyla kutuplaşma siyasetini cepheleşmeye dönüştüreceğini ve siyaseti savaş havasında götüreceğini ispat etmiştir. *** Basını baskı altına al, Twitter'ı kapat, Youtube'a girişi yasakla, bütün kanalları kendine bağla, yargıyı tasfiye et, üniversiteyi sustur, polis devleti kur, meydanları gaza boğ, yazdırma, söyletme, konuşturma, engelle.. ve yerini koru... Bu yolla her seçim alınır, ama bu koşullarda bu ülke yönetilir mi? Yüksek oy oranı, kanıtlanmış hırsızlığı kapatmaya, yolsuzluğu unutturmaya yeter mi? Uygar dünyayı ve kendi halkının yarısını karşısına almış, bütün muhaliflerini düşman saymış ve zafer konuşmasında bile gerginlik yaymış bir Başbakan, eskisi kadar rahat hükmedebilir mi? AK Parti karşısında öfkeyle kenetlenmiş yüzde 56'lık "Anti-Erdoğan" cephesi, Başbakan'ın balkondan ilan ettiği savaşta yenilir mi? Diktatörlüğe meyletmiş bir lider, çoğunluk diktasıyla cumhurbaşkanlığına heves eder mi? Seçilebilir mi? Seçilse orada oturabilir mi? Zor. Çok zor. Bu beden, bu elbiseye sığmaz, patlar. |
Posted: 01 Jul 2014 09:21 AM PDT Yarın değil, öbür gece... Bir kâbustan uyanacağız. Kendi kazdığımız bir kuyudan çıkacağız, üstümüz başımız yara bere içinde... Gelecek nesillere, "Başımıza bir bela geldi. Uzun sürdü. Çok örselendik. Ama oylarımızla üstesinden geldik" diyeceğiz. İnanmayacaklar. "Gerçekten sizin zamanınızda Twitter mı yasaklandı? Youtube mu kapatıldı? Kitap bomba mı sayıldı? Heykel mi yıktırıldı? Çocukları kurşunlayan polislere madalya mı takıldı" diye soracaklar. Başımızı öne eğeceğiz. Benzer felaketlere uğramış toplumları örnek verip "Bir esaret devriydi. Geldi geçti" diye savuşturmaya çalışacağız. *** Yarın değil, öbür gece... Bu halk, o zannedilen toplum olmadığını gösterecek. "Layık olduğunca yönetilir" lafını, "Tepkisizdir, çıkarına bakar" aşağılamasını, "göbek kaşıyan" yaftalamasını hak etmediğini ortaya koyacak tavrıyla... Tersine... Hırsızlığın, yolsuzluğun, zulmün farkında olduğunu, kadim bir sabırla, olgun bir itidalle sustuğunu, nabzını yoklamak için gelen kamuoyu araştırmacılarına nanik yapıp öfkesini, tepkisini sandığa sakladığını gösterecek. "Yediler, ama iş yaptılar" demediğini, haram yiyene harami dediğini, aslında küfürbazlığı, kabadayılığı, yalancılığı, nobranlığı sevmediğini sergileyecek. "Yetti gayrı" diyecek. *** Yarın değil, öbür gece... Zafer şarkılarıyla o uzun kâbustan uyandığımızda, gözündeki bağı, telefonundaki kulağı, ayağındaki prangayı çıkarıp atmış, kendine güvenini tazelemiş bir halk olacağız yeniden... "Biz yetim hakkı yedirmezdik. Cana kıyanı kahraman ilan etmezdik. Evladını kaybetmiş bir babadan bir 'Allah rahmet eylesin'i esirgemezdik" diyeceğiz. "Kızlı erkekli" halay çektiğimiz, bir gün dua edip ertesi gün kafa çektiğimiz, vicdanımızı kaybetmediğimiz hayatımıza geri döneceğiz. Kimsenin birbirinin inancına, yaşam tarzına müdahale etmediği bir toplum idealine geri döneceğiz. Bizi birbirimize düşürmek, "inanan-inanmayan" diye bölmek, kindar bir nesil yetiştirmek için çırpınanları, halka din satarken çalıp çırpanları yargılayacağız. Yarın değil, öbür gece... Bu "uzun kâbus"tan uyanacağız. Ulusal güvenlik değil, umumi kepazelik Dışişleri Bakanı'nın odasının ve o odadaki savaş hazırlığının dinlenmiş oluşu, "ulusal güvenlik sorunu" filan değil, düpedüz kepazeliktir. Hem de öyle Youtube'u kapatmakla, Twitter'ı yasaklamakla, sert açıklamalar yapıp dayılanmakla örtbas edilemeyecek bir kepazelik... Camiye ayakkabıyla girdi yalanıyla gencecik çocukları linç ettirmeye kalkışan zihniyet, türbenin oraya, "Boş alana 8 tane füze attırır, savaş için gerekçeyi üretirim" diyebilmiş. Ve devlet dediğimiz kâğıttan kaplan, -hem de bunca dinleme skandalından sonra-, kendi karargâhını bile dinletmemeyi becerememiş. Hangi efelenen açıklama, hangi zavallı yalanlama, hangi kapatma, baskın, tutuklama, bu kepazeliği unutturabilir ki? |
Erdoğan’ın İkbali mi Ülkenin İstikbali mi? Posted: 01 Jul 2014 09:19 AM PDT Gecekondu yıkımlarında görürsünüz: Yıkım ekibi geldiğinde, araziyi illegal işgal edenler ya büyük bir bayrak açıp direnir ya da çocuğunun boynuna bıçak dayayıp kesecekmiş gibi yapar. Erdoğan'ın yaklaşan seçimler karşısındaki tavrı bunu andırıyor: Evde para depoladığı, baskında dövizleri sıfırladığı, "Benden onaysız kupon arazi satışı yapmayacaksınız" talimatı verdiği ortaya çıkınca Başbakan, kampanya filminde bayrak açıverdi. Kendi ikbali riske girince, ülkesinin istikbali tehlikedeymiş gibi yaptı: "Bayrağımız tehdit altında... Yetişin" borusu çaldı. Yetmedi. Suriye ile ilişkileri gererek, türbe krizini bahane ederek, uçak düşüren askere teşekkür ederek savaş boyası sürünüyor. Şunu bilmesi gerek: Dünyanın en büyük bayrağı bile bu çapta bir yolsuzluğu örtmez. Tarihin en haklı savaşı bile, bu boyutta bir hırsızlığı unutturmaya yetmez. Hiçbir seçim zaferi, haramiliği ayyuka çıkmış bir siyasi kadroya "Aklanmıştır" belgesi vermez. Buna kalkışırsa, sadece bayrağı kirletmiş, kendi çıkarı için ülkeyi mayınlı bölgeye çekmiş, sandığı hırsızlığın tescil mercii haline getirmiş olur. *** Son koz olarak tehlikeli bir oyun oynuyor Başbakan: Tabanını sağlamlaştırmak uğruna, kendisine destek vermeyen herkesi "hain/düşman/nebbaş/ vampir" ilan ediyor. Böylece bir yandan da karşısındaki cepheyi büyüttükçe büyütüyor: Başta hedefi, CHP-MHP-BDP idi. Sonra Geziciler, faiz lobisi, ABD, Batı dünyası, İsrail geldi. Geçen ay hepsinden fazla "vaiz lobisi"yle cebelleşti. Son günlerde de listeye Twitter, Facebook, Youtube eklendi. Böyle bakınca büyük bir koalisyonu karşısına aldığı görülüyor. İstediği oldu: Türkiye kendi ismi üzerinden kutuplaştı; tam ikiye yarıldı. Seçim yaklaştıkça saflar sıklaştı. Bu saatten sonra ne Erdoğan yandaşlarını onun yolsuzluğuna inandırmak mümkün, ne karşıtlarını tersine... 30 Mart referandumu, ya Erdoğan'ı Yüce Divan'a ve ülkeyi erken seçime götürecek; ya da "topyekûn çöküş"ü bir süre erteleyecek. Hangi seçeneğin kazanacağını biraz da Cemaat'in çalışması belirleyecek. Gülen'in, Erdoğan karşısında hangi kentte hangi parti güçlüyse onun desteklenmesini istediği anlaşılıyor. Hem bu taktik, hem ellerindeki "tape silahı" hem de tabandaki Cemaat sempatisi, AK Parti'ye herhangi bir örgütlü parti hareketinden daha fazla zarar verebilir. Erdoğan bunu bildiği için son dönem ağırlıkla Cemaat'e yükleniyor. Kendi kuralını çiğneyip ilk kez Gülen'e adıyla hitap ediyor; doğum yeri Erzurum'da tepki olarak alanı terk edenlere rağmen hakarete devam ediyor. Kavga büyüyor. *** Kim derdi ki Türkiye'nin kaderini imam hatip mezunu bir yolsuzla, ilkokul mezunu bir vaizin çekişmesi belirleyecek? Dileyelim yaşananlar ders olsun. 30 Mart'ta bayrağı da çocuklarımızı da arazi işgalcilerinin, rantçıların elinden kurtaralım. |
Posted: 01 Jul 2014 09:18 AM PDT Geçenlerde katıldığım bir TV programında Twitter'ın bize, tıkıldığımız hücrede yalnız olmadığımızı fısıldayan bir kuş olduğunu söylemiştim. Yalnızlık korkutucuydu. Korku, bulaşıcıydı. Oysa bu mavi kuş, her tuşladığımızda bize "Yalnız değilsin. Senin gibi düşünen, hisseden milyonlar var" diyordu. Bizi buluşturuyor, birleştiriyor, örgütlüyor, cesaretlendiriyordu. Bu nedenle de iktidarı korkutuyordu. "Kökünü kazıyacağız. Dünya umurumda değil" derkenki öfkesinde gördük bu korkuyu... Dünya diktatörlerine şapka çıkarttıran Twitter yasağında gördük. "Bayrak iniyor" gazıyla seferberlik ilan eden reklam filminde gördük. Yüzde 40'ı bile zafer ilan etmenin yolunu yapan konuşmalarında gördük. 17 Aralık sabahı oğluyla telefonlaşırken titreyen sesinde gördük. *** Korkmakta haklı. Kendini sultan sanıp öyle zalim davrandı, o kadar çok ah aldı, öyle çok çaldı ki... Şimdi hesap verme korkusu bastı. Korkmakta haklı. Tabanını sağlamlaştırmak için pompaladığı nefret söylemiyle karşısındaki cepheyi öyle birleştirdi, öyle büyüttü ki, bu seçimi, sadece Türkiye için değil, kendisi için de bir ölüm kalım harbine çevirdi. Korkmakta haklı. İktidarla öyle özdeşleşti ki, devrilirse hiçbir zaman bir "muhalif parti lideri" olarak anılamayacağını, yaptıklarının hesabının sorulacağını anladı. Korkmakta haklı. Çünkü korku gibi, cesaret de bulaşıcı... Kevgire dönen son Twitter yasağı, bunun en somut kanıtı... *** Hiç şüpheniz olmasın: Haftaya bugün bu halk, yürütmeyi durdurma kararı alacak. "Yürütme" duracak. Musa Eroğlu'nun dediği gibi: "Sayılı günler tükendi Yolun sonu görünüyor." 25'indeki sürpriz, savaş mı? Haftalardır yayılan bir dedikodu: "25 Mart'ta yer yerinden oynayacak." Herkesin kendince bir tahmini var; yatak odası görüntülerinden, gündemi sarsacak suikastlara kadar... Tam bu beklentinin üzerine geldi Irak Şam İslam Devleti'nin açıklaması... IŞİD, YouTube üzerinden yayınladığı bildiride diyordu ki: "Türk askerine Süleyman Şah Türbesi'ni boşaltması için üç gün veriyoruz. Üç gün içinde oradaki Türk bayrağı indirilmediği takdirde türbeyi yerle bir edeceğiz." Üç günlük süre doldu, ama El Kaide şaka yapmadığını Niğde'deki suikastla gösterdi. Dışişleri ise, 28 Türk askerinin koruduğu türbeye yapılacak saldırının Türkiye'ye yapılmış gibi algılanacağını ve savaş nedeni sayılacağını açıkladı. Genelkurmay, "Türbe'ye yönelik bir tehdit algılaması yok" bilgisini sızdırıyor, ama Davutoğlu, "Saldırıya karşı tüm hazırlıklarımız tamam" dedi. Örgütün açıklamasındaki bir detay, dikkatinizden kaçmamıştır: "O bayrak inecek" diyorlar. Bu filmi bir yerden hatırlıyorsunuz değil mi? |
You are subscribed to email updates from Sözcü Haber To stop receiving these emails, you may unsubscribe now. | Email delivery powered by Google |
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder