Sözcü Haber |
- Tharoor’un gözüyle, Ortadoğu’nun Taht Oyunları…
- Ay çarpışma sonucu mu oluştu?
- Kayıtsız ve şartsız silah bırakma yönünde görüşme olur
- AKP, Başkanlık Sistemine kendi seçmenini dahi ikna edemedi
- Nihayet Ak Parti'nin de bir ömrü vardır
- PKK'nın Türkiye'deki kamplarındaki hayatı anlatan filme iptal
- Tarihteki Bir Gerici Ayaklanması Bugün Bize Işık Tutuyor
- İstanbul'un İşgali (3)
- İstanbul'un İşgali (2)
- İstanbul'un İşgali (1)
- Cübbemiz Kefenimiz de Olabilir!
- Türk Halk Müziğinde Yeni Bir Soluk: Vildan Turan
- Tanzimat İlericiliğinin Bildirisi
Tharoor’un gözüyle, Ortadoğu’nun Taht Oyunları… Posted: 12 Apr 2015 02:35 PM PDT Ortadoğu'daki grupların karmaşık ilişkileri bugüne kadar çok farklı şekillerde anlatıldı, analiz edildi ama bölgeye hiç Game of Thrones penceresinden bakmış mıydınız? Sadece ABD'nin değil dünya televizyonlarının da en çok izlenen dizilerinin başında gelen Game of Thrones (Taht Oyunları) beşinci sezonuyla bu gece HBO ekranlarına dönüyor. Türkiye'de de ABD'yle eş zamanlı yayınlanacak olan dizi (ve diziye konu olan kitap serisi) güç ilişkilerine yönelik acımasız bakışı ve yoğun metaforlarıyla bugüne kadar Amerikan başkanlık seçimlerinden, İngiltere futbol takımlarına kadar birçok şeyi açıklamakta kullanıldı. Son olarak mart ayında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun İran rejimi ve IŞİD arasındaki mücadeleyi "öldürücü bir taht oyunu" diye nitelendirmesiyle Ortadoğu da bu metaforlardan nasibini aldı. Washington Post'tan Ishaan Tharoor da dizinin yeniden başlıyor olmasını vesile edip, WorldViews köşesinde bu metaforu bir adım ileriye taşımış. Listede Türkiye de var ancak konuya çok hakim olmayanlar için belirtelim: Tharoor'un Türkiye'ye yakıştırdığı aile, okurlar ve izleyiciler tarafından pek sevilmiyor. İşte Tharoor'un gözüyle, Ortadoğu'nun Taht Oyunları… Not: Diziyi izlemiyor ya da kitapları okumuyorsanız bu liste sizin için çok anlamlı olmayabilir. Ama gelecekte bir gün Game of Thrones alemine girmeyi planlıyorsanız, haberi bir kenarda saklamayı ihmal etmeyin. Lannister Hanesi = Suudi Arabistan Westeros'un en kuvvetli ve en varlıklı hanesi olan Lannister'lar, iktidarın kimin olacağını belirleme kudretine de sahip bir aile. Her zaman en büyük erkek tarafından yönetiliyorlar ve aile bağları her şeyden önde geliyor. Lannister'ların etkisi krallığın genelinde, hatta en ücra köşelerinde, az ya da çok bir şekilde hissediliyor. Zaman zaman kötü muamele ve gaddarca yönetim anlayışları nedeniyle eleştiriliyorlar. Bütün güçlerinin topraklarının derinliklerindeki doğal kaynaklardan geliyor olması ise ortamlarda rahatsızlık yaratıyor. Lannister'ların en büyük derdi bölgede kurdukları statükoyu korumak ama son dönemde yaşananlar onların da başını ağrıtacak. Stark Hanesi = Ortadoğu'nun ezilmiş liberalleri ve demokratları Tarihin en başından beri Stark'lar Westeros'un kuzeyinde, soğukta çabalayıp durdular. Çok kısa bir an düze çıktık dediklerinde ise çok korkunç ve trajik bir ihanetle karşı karşıya kaldılar. Bugün nereye gitseler başları dertten kurtulmuyor. Bazıları çaresiz kalıp güvenmemeleri gereken kişilere güvendiler ve heba oldular. Bazıları ya yeraltına indi ya da yurtdışına kaçtı. Takvimler baharı gösterse de Stark'ların kışı hiç bitmiyor. Baratheon Hanesi = Arap otokratlar Kısa bir süre öncesine kadar krallığın büyük bir bölümü, zaman zaman Lannister'ların da desteğiyle, ellerindeydi. Son dönemde yaşanan bölünmeler onları da böldü. Fraksiyonlardan biri Lannister'ları devirmek istiyor. O kadar ki kendi topraklarını bırakıp olur olmadık yerlerde mantıksız maceralara atılıyorlar. Targaryen Hanesi = ABD Targaryen Hanesi uzaklardan geldi ama Westeros üzerinde uzun yıllar iktidar kurdu. Herkesten üstün ateş güçleri (ejderhaları yani) hegemonyalarının garantörüydü. Lannister'larla olan işbirlikleri de hayatlarını kolaylaştırdı elbette. Ancak krallıktaki ayaklanmalar Targaryen'lerin topraklardan sürülmesine neden olurken Lannister'larla olan ilişkiler de bozuldu. Westeros'ta bugün hâlâ dönüşlerini dört gözle bekleyen birkaç kişi var. Sonuç ne olacak bilinmez ama ellerindeki silahlar Demir Taht'ta gözü olan herkesi cezbetmeye devam ediyor. Greyjoy Hanesi = Türkiye Greyjoy'lar Westeros'un geniş topraklarının kendi kontrollerinde olduğu uzak bir geçmişi bugün hala sevgiyle hatırlıyor. Ancak onlar dışında herkes için o devir kapanalı çok oldu. Kendi gelenek göreneklerine gömülmüş bu hanenin bölgeye son dönemde yaptığı müdahalelerden siyasi saflık akıyor. Liderleri bir zamanlar güçlü, değişim yaratan bir figürdü ama bugün kendi sarayı dumanlar altında; düşmanları etrafını sarıyor. Martell Hanesi = İran Güneyde Dorne'da yaşayan Martell Hanesi, kendisini her zaman Westeros'un diğer hanelerinden ayrı yere koydu. Farklı bir etnik geçmişe sahipler, kendi mitleriyle ve efsaneleriyle gurur duyuyorlar. Lannister'lara duydukları nefretle boy ölçüşebilecek tek şey Tyrell'lerle olan köklü düşmanlıkları. Tyrell Hanesi = İsrail Tyrell'ler Westeros'un en müreffeh, huzurlu, çatışmadan uzak bölgesini yönetmekle gurur duyuyor. Zamanında bir sürü farklılıkları olsa da Lannister'larla işbirliği yapmaya katlandılar. Dorne'da yaşayan Martell'lerle aralarındaki rekabet ve güvensizlik, zaman zaman alevlenen sürekli bir çatışma hali yaratıyor. Vahşiler = İslamcılar Kendilerine "özgür halk" diyen Vahşiler aslında hep Westeros'taydı. Nitekim aslında diğerlerinden çok farkları da yok. Ancak Westeros'un bazı lordları kendi aralarında anlaşıp Vahşilere karşı bir duvar ördü. Halkın arasına karışma konusunda son dönemlerde gösterdikleri çabalar özellikle Baratheon sülalesinin bir kolunun güçlü direnciyle karşılaştı. Ak Yürüyenler = IŞİD İslamcılar aslında bazıları "zombi Vahşi" olan bu korkunç yaratıklardan kaşıyor. Ak Yürüyenlerin taktikleri şaşırtıcı derecede başarılı, çömezleri saflarına katma hızları ise inanılmayacak kadar yüksek. Nereden geldikleri ve ne istedikleri konusu çok tartışılıyor ama herkes korkunç olduklarında hemfikir. Gece Gözcüleri = Kürtler Hem Vahşilerle hem de Ak Yürüyenlerle olan savaşın ön saflarındaki bu adamlar Westeros'ın diğer krallıklarını koruyan duvarın bekçileri. Vahşilerle ve Ak Yürüyenlerle olan çatışmaları son zamanlarda şiddetlendi. Bazıları çapulcudan, sahtekardan başka bir şey olmadıklarını düşünüyor. Başkentteki lobicilik çalışmaları karşılığını bazen alıyor. Nehir Toprakları = Yemen, Suriye, Irak vs. Ortalık güllük gülistanlıkken buralar kimin umurunda? Bugünkü gibi savaş zamanlarında ise bütün büyük krallıklar gözlerini bu topraklara dikiyor. Sonuçta olan yine küçük insanlara oluyor. | ||
Posted: 12 Apr 2015 02:22 PM PDT Ay'ın, Dünya'nın kendi yapısına çok benzer ama daha küçük bir cisimle çarpışması sonucu oluşmuş olabileceği belirtildi. Bilim insanlarına göre bu teori, Ay ve Dünya'daki kayaların birbirine neden "Büyük Çarpışma"da olabileceğinden daha çok benzediğini açıklıyor. Teori, sonuçları saygın bilim dergisi Nature'da yayımlanan bir araştırmada ortaya atıldı. Uzmanlar, bu çalışmanın Dünya'nın uydusunun geçmişine ilişkin çok daha net bir tablo ortaya koyduğunu vurguluyor. İsrail ve Fransa'dan bilim insanlarının katıldığı modelleme çalışmasında, İç Güneş Sistemi'nin ilk zamanlarındaki olası çarpışmalar simüle edildi. Çalışmaya göre ilk aşamalarda, "Ön Dünya" ile diğer müstakbel gezegenler arasında çok sert bir çarpışmalar dizisi yaşandı. Son çarpışmada ise, Dünya kendisinin onda biri kadar bir cisimle "birbirine geçti" ve çarpmanın şiddetiyle etrafa saçılan kaya parçaları Ay'ı oluşturdu. Ay bugünkü yapısını büyük ölçüde diğer cisimden almış olmalıydı ve şimdiye kadarki inanış bunun farklı bir tür gezegen olması gerektiği yönündeydi. Dr. Hagai Perets "Eğer çarpan cismin dünyadan daha farklı bir yapısı olsaydı, Ay'ın daha farklı bir yapısı olmalıydı. Ama öyle değil. Neredeyse tamamen aynılar. Bu, gerçekten çok güzel olan "Büyük Çarpışma Teorisi'ne en büyük meydan okumalardan biri" dedi. Büyük Çarpışma Teorisi'nde, Ay'ın yaklaşık 4.5 milyar yıl önce Mars boyutlarındaki Theia gezegeniyle çarpışması sonucu oluştuğu savunuluyor. Bu haberi paylaş Paylaşma hakkında | ||
Kayıtsız ve şartsız silah bırakma yönünde görüşme olur Posted: 12 Apr 2015 02:16 PM PDT Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, "Ağrı'da yaşanan olayda yaralanan askerlerimiz var. Onların hepsine geçmiş olsun diyorum. Bu konularla ilgili daha önce de çeşitli defalarca fikrimi belirttim. Tekrar aynı fikrimi ifade etmek isterim. Silahların gölgesinde görüşme olmaz" dedi. Emekli Orgeneral İlker Başbuğ Eskişehir'deki Espark Alışveriş Merkezi'nde bulunan D&R'da düzenlenen olan imza gününde, okurlarına 'Nasıl bir Türkiye' adlı kitabını imzaladı. Alışveriş merkezindeki polis sergisini de gezen İlker Başbuğ gazetecilerin sorularını da yanıtladı. Başbuğ, Ağrı'da meydana gelen olaylarla ilgili soru üzerine silahların gölgesinde görüşmenin olamayacağını söyleyerek şöyle konuştu: "Ağrı'da yaşanan olayda yaralanan askerlerimiz var. Onların hepsine geçmiş olsun diyorum. Durumu ağır olanın da olmadığını öğrendik. Umarım yaralı askerlerimizin de biran önce sağlıklarına kavuşarak görevlerine geri dönerler. Bu konularla ilgili daha önce de çeşitli defalarca fikrimi belirttim. Tekrar aynı fikrimi ifade etmek isterim. Silahların gölgesinde görüşme olmaz. Bu konuda söyleyeceğim budur. Yani bir taraf silahı tutacak, silaha sahip olacak, ondan sonra siz bu silahlı, silahları bırakmayan bir örgütle silahların gölgesinde görüşme yapacaksınız. Bunun pek doğru bir hareket tarzı olduğunu düşünmüyorum. Bir terör örgütü ile görüşme olabilir. Siyasi bir karardır. Bu istihbarat birimleri üzerinden yapılabilir. Ben de o düşüncedeyim. Ancak görüşmenin tek amacı olur. Kayıtsız ve şartsız silah bırakma yönünde görüşme olur. Benim düşüncem budur." PROVOKASYONLARA GELİNİLMEMELİ Seçim süresinde herkesin sağduyulu olması gerektiğini belirten İlker Başbuğ, "Bazıları elbette bu süreci çeşitli olaylarla sabote etmeye, kaos çıkartmaya uğraşacaklardır, uğraşabilirler. Burada önemli olan devlete düşen görevdir. Devlet istihbarat düzeneği kullanmalı. Olayları önceden tespit edebilmeli. Gerekli tedbirleri almalı. Güvenlik konusunda da tabi eksikler olmaması lazım. Özellikle bu süreçte istihbarat faaliyetlerini ve güvenlik tedbirlerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Halkımız olaylara sağduyu ile yaklaşmalı. Çünkü bazıları dediğim gibi bu süreçte provokasyon yapmak isteyebilirler. Bu provokasyonlara gelinmemesi lazım" dedi. | ||
AKP, Başkanlık Sistemine kendi seçmenini dahi ikna edemedi Posted: 12 Apr 2015 02:12 PM PDT Bir televizyon kanalına konuk olan MetroPoll araştırma şirketinin sahibi Prof. Dr. Özer Sencar, Türkiye genelinde 2500 kişi ile geçtiğimiz ay yaptıkları anketin sonuçlarını açıkladı. Sencar, elindeki verilere dayanarak, AKP'nin düşüşe geçtiğini söyledi. SON SEÇİM ANKETİ SONUÇLARI MetroPoll Stratejik ve Sosyal Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Özer Sencar, Mart ayında yaptıkları seçim anketinin sonuçlarına göre, CHP'nin 27,7-28 bandında; AKP'nin yüzde 41,7'de; MHP'nin 17,4'te; HDP'nin ise yüzde 10,4'te olduğunu bildirdi. HDP YÜZDE 10'U AŞTI Sencar, HDP'nin barajı aşmasığını, şimdiye kadar yüzde 9,8'de olduğunu, fakat ilk defa anketlerde yüzde 10'u aştığını, halihazırda istatistiki olarak 9,8 ile 10,4 arasında bir fark olmadığını, bu yüzden de HDP'nin hala bıçak sırtı bir durumda olduğunu,iki tarafa da yıkılabileceğini söyledi. 'AKP BAŞKANLIK SİSTEMİ KONUSUNDA SEÇMENİNİN YARISINI İKNA EDEMEDİ' Sencar, Başkanlık sistemine ilişkin olarak da AKP'nin kendi seçmeninin bile ancak yarısını ikna edebildiğini savundu. Sencar, yaptıkları anketlerin sonuçlarına göre, genel kitlenin yüzde 32'sinin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tanımladığı Başkanlık Sistemi'ni onayladığını, fakat yüzde 60'tan fazlasının da onaylamadığını, 2011 seçimlerinde AKP'ye oy veren seçmenin de sadece yüzde 54'ünün Başkanlık Sistemi'ni desteklediğini anlattı. Erdoğan'ın bu rakamları bildiğini savunan Sencar, kritik bir iddia daha ortaya atarak, "Çok iyi çalışan 4 araştırma şirketinin cumhurbaşkanı Erdoğan'a bilgi sağladığını, Erdoğan'ın hala bütün gücüyle, halka Başkanlık Sistemi'ni kabul ettirmeye çalıştığını" söyledi. MHP ve HDP'nin oylarını yükselttiğini belirten Metropoll araştırmanın başkanı Özer Sencar, Bugün'e verdiği bir röportajda, AKP'nin oy oranının mart ayı itibarıyla 41,8'e indiğini söyledi. Sencar, "Bu oran, Gezi olaylarının yaşandığı dönem de dahil şu ana kadar bulduğumuz en düşük nokta" demişti. AKP OYLARI NEREYE GİDİYOR? Sencar durumu şöyle özetlemişti; "AK Parti'ye ekonomik nedenler ve istikrar gerekçesiyle oy veren ancak AK Parti çekirdek kadrosuyla ideolojik ilişkisi ve gönül bağı olmayan 10 puanlık bir kitle var. Bunlar AKP'nin ekonomiyi daha iyi yönetebileceğini düşünen ve ülke bütünlüğü konusunda yüksek hassasiyetleri olan kitleydi. Şimdi, onlar siyasal ve ekonomik istikrarı dikkate almadan AK Parti'yi terk ediyor. Son 7 ayda AK Parti'den kopan 8 puanlık kitlenin, yaklaşık 4,5-5 puanının MHP'ye, 2 puanının HDP'ye, bir puanının SP ve BBP'ye gittiğini görüyoruz. AKP'den ayrılanlarda CHP'ye dikkate değer bir geçiş yok. Büyük kısmının gittiği yer MHP olduğuna göre, onların çoğunun milliyetçi, muhafazakâr olduğunu ve Kürt olmadığını söyleyebiliriz." | ||
Nihayet Ak Parti'nin de bir ömrü vardır Posted: 12 Apr 2015 02:06 PM PDT AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, muhalefet partilerinin bir koalisyon özlemi içinde olduğunu belirterek, "Koalisyon dönemleri gelebilir. Nihayet Ak Parti'nin de siyasi partilerin de bir ömrü vardır. Haziran seçimlerini kazanabiliriz, tek başımıza iktidara devam edebiliriz, ama bizden sonrasını da düşünmek zorundayız" dedi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, partisinin Karabük milletvekili adaylarının tanıtım töreninde konuştu. Düğün salonundaki törende konuşan Şahin, muhalefet partilerinin bir koalisyon özlemi içinde olduğuna işaret ederek "Acaba bu seçimlerde Ak Parti'yi biraz zayıflatabilir miyiz, milletvekili sayılarını düşürebilir miyiz, 276'nın altına çekebilir ve bir koalisyon yolunu açabilir miyiz hedefindeler." dedi. Koalisyon dönemlerinin gelebileceğini söyleyen Şahin şöyle devam etti: "Nihayet Ak Parti'nin de, siyasi partilerin de bir ömrü vardır. Haziran seçimlerini kazanabiliriz, tek başımıza iktidara devam edebiliriz ama bizden sonrasını da düşünmek zorundayız. Onun için siyasi istikrarın devam edebilmesi için artık başkanlık sistemine bu ülke geçmelidir." Şu andaki parlamenter hükümet modelini ucu çatal bir sopaya benzeten Şahin, "Bir tarafta halkın seçtiği Cumhurbaşkanı, bir tarafında halkın seçtiği Başbakan. Bunu toprağa çakmaya çalışıyorsunuz, ama zorlarsanız ortadan yarılır, problemler çıkar. Eğer ucu düzse, çatal değilse, istediğiniz kadar yere çakabilirsiniz. İşte Başkanlık sistemi ucu çatal olmayan bir değnektir. Diğeri de ucu çatal olan bir değnektir. 7 Haziran'da sadece yeni parlamentoyu yeni hükümeti seçmeyeceğiz. Aynı zamanda Türkiye'nin gelecekte de önünü tam anlamıyla açacak olan Anayasa değişikliğinin de yolunu açacağız" ifadelerini kullandı. | ||
PKK'nın Türkiye'deki kamplarındaki hayatı anlatan filme iptal Posted: 12 Apr 2015 02:01 PM PDT "Bakur (Kuzey)" filmininin İstanbul Film Festivali gösterimi, İKSV tarafından 'tescil belgesi olmadığı' gerekçesiyle iptal edildi. Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu'yla yönetmen Çayan Demirel'in yönettiği film PKK'nın Türkiye'deki kamplarındaki hayatı anlatıyordu. Bugün saat 16.00'da Atlas Sineması'nda gösterilecek film için İKSV açıklamasında Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü'nün İstanbul Kültür Sanat Vakfı'na gönderdiği yazı gerekçe gösterildi. İKSV, 'Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik'in 15. maddesi' uyarınca festivallerde gösterilecek Türkiye'de üretilen filmlerin kayıt tescil belgesi almış olması zorunluluğu hatırlatıldığı filmin programdan çıkarıldığını söyledi. | ||
Tarihteki Bir Gerici Ayaklanması Bugün Bize Işık Tutuyor Posted: 12 Apr 2015 01:52 PM PDT Tarih 31 Mart 1325 Salı... Günümüz takvimine çevrildiğinde; 13 Nisan 1909'u gösterir bu uğursuz gün… Karanlıkların aydınlığa gebe kaldığı gecelerden birinde; saatler 02.45'i gösterirken; neler olup bittiğinin bir türlü ayrımına varamayan İstanbul halkı, silah sesleriyle uyanırlar tatlı uykularından!. Aylar öncesinden geleceği belli olan şeriatın ayak sesleridir bu gelen... Devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda; şer'i hükümlerin zaten uygulandığı Osmanlı'da daha çok şeriat istemiyle, daha da karanlıklara çekilmek isteniyordu ülkemiz!.. İkinci Meşrutiyetle gelen esnekliğe ve kazanılmış haklara bir isyandır 4. Avcı Taburu'nda baş gösteren bu kanlı eylem!.. ( Cumhuriyet Türkiye'sinde başbakanlık yapmış birisinin; "kanlı mı gelecek, kansız mı?" dediği şeyin, kanlı bir provasıdır bu gerici ayaklanması… Şimdiki takiyyecilerin de kadrolarını yerleştirerek, önce köşe başlarını tutmaları ve akıl hocalarının deyişiyle; acele etmeden, sindire sindire hedefledikleri; İran modelinin bizdeki ilk örneklerindendir o 31 Mart kanlı isyanı…) Tarih kitapları o günü; "31 Mart Olayı" olarak kaydederler sayfalarına… Kanın, kanla yunmayacağını herkes bilir de, çivinin ancak çiviyle sökülebileceği âdettendir… O nedenle, ordu içinde baş gösteren bu isyanı, yine Selanik'ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Harekât Ordusu bastırır. Osmanlı tarihinde sıkça rastladığımız Yeniçeri İsyanları'nın hemen hepsi; din ve şeriat sloganlarına sarıldığı halde; gerçekte, para isteklerine dayandıkları için her seferinde yerine getirilerek, isyan bastırılıyordu. Oysa bu seferki tamamen gerici bir ayaklanmaya dönüşmüş ve ideolojik bir görünüm almıştı. Karanlığın bu en koyu saatlerinde; "şeriat isterüüük!" diyerek sokağa dökülenler, görülmemiş bir gövde gösterisiyle, bu çirkin isyanı başlatırlar!.. Kimler yoktur ki bu isyana katılanların arasında: Ahrar Fırkası ve İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti başta olmak üzere, ilmiye talebeleri, ulema takımı, alaylı subaylar, Kâmil Paşa ve oğlu Sait Paşa, İttihat ve Terakki'de aradığını bulamayan çıkarcı muhaliflerden Derviş Vahdeti ve Murat Bey... Ordu içindeki Harbiyeli subaylarla, alaylı subayların ikilemi; Medrese mollalarının askere alınmalarıyla çıkarlarının bozulması, Meşrutiyet'e karşı olan Saray çevrelerinin tepkisi, bu isyana katılanların kısa sürede çığ gibi büyümesine neden oldu. ( Bugün de çıkarları bozulanlarla, kişisel ve örgütsel çıkar peşinde koşanlar; kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının üstünde tutanların uzantıları olarak, bu istemlerini günümüzde de kaldıkları yerden sürdürmektedirler. Laik Cumhuriyetimize başkaldırışları, ordu içine sızarak hangi 31 Mart'ta başlatacakları belli olmayan böyle bir gerici isyanın hazırlığı içinde oldukları, zaten belli olmuyor mu hazretlerin?..) 31 Mart Olayı; siyasal tarihimizin en önemli isyanlarından ve hassas dönemeçlerinden birisidir. Konu o günden bugüne araştırmacılar ve bilim adamlarınca çok fazla işlenmiş, nedenleri üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu işlerin temelinde iç huzursuzluklar kadar, Batılı devletlerin, özellikle de İngiltere'nin parmağı vardır. Daha sonraki "Menemen Olayı"nda, şeriatçı yobazları çil çil altınlarıyla besleyenler de onlar değil miydi zaten!... ( 31 Mart gerici isyanının başlamasındaki nedenler; günümüz irtica hareketlerinin oluşması ve gelişmesiyle, nasıl da bir benzerlik göstermektedir! Tarihten ders almayanlar, asıl şimdi tarihi tekerrür ettirmeye çalışıyorlar...) Volkan, Mizan, Serbesti, İkdam gazeteleri bugün de başka adlar altında yaygaralarını sürdürmektedirler!.. Ve hâlâ yüz yıl önceki gibi hep aynı plağı koymaktadırlar!.. Neydi o asırlar süren ve bir türlü de bitmek bilmeyen teraneleri?.. "Din elden gidiyor… Kadınlar, başı açık geziyorlar... Ordu, namaza izin vermiyor ve kahrolsun mektepliler!.." Eylemleri de bugün olduğu gibi, hemen hemen aynı: Bizden olanlarla, bizden olmayanlar… Kadrolaşmada, kendi adamlarıyla köşe başlarını tutmak… Aydınları ve bilim adamlarını hedef göstermek... Okulları, kendi istemlerine ve sistemlerine göre yeniden yapılandırmak. Orduya sızma girişimleri, aydın düşmanlığı ve katlini vacip görmek... Yazılarıyla onları hedef göstermek… Sövmekle başlayan hakaretlerine, dövmekle sürüp giden tehdit ve sindirmeyle susturmaya çalışmak. Cumhuriyet Gazetesine bir hafta içinde tam üç kez saldırı düzenlemek... Üstelik olayın failleri olarak gazete çalışanlarını göstermek… Yargıyı hedef alarak gözdağı vermek. Senden, benden olanlar diye ayırarak, birliğini bozmak ve güç kaybettirmek… Orduya nifak sokarak, kamuoyunun gözünden ve gönlünden düşürme gayretleriyle güç kaybına neden olmak… Canilerin yakalanmayışları sonucunda, korkuya kapılan aydınların başını belaya sokmamak için, nemelazımcılığa ve yılgınlığa sevk edilmesi… Ellerini kollarını sallayarak ve hiçbir engele takılmadan Yargıtay'a düzenlenen baskınla, korkunç ve iğrenç yargıç katliamını gerçekleştirmeleri ne tüyler ürperten bir vahşettir öyle! -ki aslında bu, laik Cumhuriyete saldırıdır- Kaçarlarken bile attıkları sloganlardan, hangi taraftan oldukları belliyken, Ergenekon'un içine çekmeye çalışmak da tuhaf gelmiyor mu sizlere? Yüz yıl sonra da değişen bir şey yok görüldüğü gibi! O gün neyseler, bugün de aynılar. Tarihten ders alınmadıkça, tarih hep tekerrür ediyor ne yazık ki! Böylesine bir ortamdan hep birlikte geçtik, geçmeye devam ediyoruz. İlkelerimizden ve en doğal haklarımızdan ödünler vererek üstelik... Olanları ve olabilecekleri görmezden gelerek... Önümüzdeki İran, Afganistan ve Cezayir örneklerini görerek, yaşayarak.. İnsanlık adına utanç ve acı duyarak üstelik!.. Yazarın; "Hal Böyleyken Sarı Saçlım" kitabından alınmıştır Ali Kaya | ||
Posted: 12 Apr 2015 01:20 PM PDT İSTANBUL'UN İŞGALİ İngilizler, bir kuvvet gösterisi yapmazlarsa İstanbul'da durumlarının kötü olacağını anlarlar. Ve Anadolu'daki son kuvvetlerini de çektiklerinden, bu gösterişi İstanbul'dan başka yerde yapamayacaklardı. 16 Mart 1920 sabahı saat 8.00'de Mustafa Kemal Paşa acele olarak telgraf başına çağrıldı. Ankara telgrafhanesinde makine başına oturdu ve gözleri önünde açılan bandı okuyordu: -"Ben, İstanbul Merkez Telgrafhanesi'nde telgrafçı Manastırlı Hamdi1'yim. İngilizler, Tophane'de karaya asker çıkarıyorlar. Harbiye Nezaretini işgal ediyorlar. Hatları işgal ediyorlar. Altı şehidimiz var. İçeri giriyorlar. Telleri kestiler. Buradalar." Makinenin çıtırtısı kesildi ve bandın dönmesi durdu. Ankara telgrafhanesi odasına ağır bir sessizlik çöktü. Nihayet, memurlardan biri, boğuk bir sesle: -"Ne oluyor?" Diye sorunca, Mustafa Kemal Paşa omuzlarını kaldırıp indirmekle aczini gösterdikten sonra, kısaca: -"Pek basit bir şey. Oraya gitmek istediler ve partiyi kaybettiler." Aynı saatte, İstanbul, karışık ve acıklı olaylara sahneydi. 100.000 bin İngiliz askeri, o sabah Galata'ya çıkarılmış ve başşehri ilk işgal günlerinden daha kuvvetli bir şekilde işgal etmişti. İngilizler şafak vakti, içlerinde Rauf (Orbay) Bey, Fethi (Okyar) Bey ve "Milli Parti" ileri gelenlerinin bulunduğu yüz elliden fazla milletvekilini tutuklamıştı. Sonra evvelden kapılarını tutturdukları Meclis-i Mebusan'a gitmişlerdi. Şimdi binanın etrafını, oraya kimsenin yaklaşmamasını temin ve halka şakanın artık sona erdiğini göstermek için, bir nöbetçi zinciri kuşatmıştı. İngilizler, yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Sıkıyönetim ilân edilmişti ve başkentin duvarları, İngiliz Yüksek Komiseri'nin imzasını taşıyan bildirilerle donatılmıştı. Bu bildirilerde şu uyarı vardı: -"Her vatandaşın en kutsal görevi Padişaha itaat etmektir. Asayişi bozabilecek hareketlerde bulunacak olanlar ve düşmana yardım edecekler derhal harb divanına verileceklerdir." Diğer milletvekili ve siyasi kişilerden birçoğu da, ondan sonraki günlerde, hapse atıldılar. İngilizlerin elinden kaçabilenler, civar mahallerde saklandılar veya Anadolu'ya kaçtılar. Vaktiyle haberdar edilen Fevzi (Çakmak) Bey ile İsmet (İnönü) Bey Harbiye Bakanlığı'nın bir penceresinden atlayarak kaçtılar, sonra da Mustafa Kemal Paşa'nın yanına gittiler. İstanbul Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı iki ay on üç gün toplanabilmişti. Norbert Bischoff diyor ki: -"Padişahta zerre kadar şeref hissi bulunsaydı, kendisine karşı yapılan bu hareketi en şiddetli surette protesto ederdi. Eğer Mustafa Kemal'e iltihak eden milletvekillerine katılmaya cesareti yoktuysa, hiç olmazsa, İngilizlerin elinde esir bulunduğunu ilân edebilirdi."2 1 Manastırlı Hamdi Efendi, (1883-1945), İstanbul'un İngilizler tarafından işgal edildiğini Mustafa Kemal'e bildirmiştir. Ankara'da da aynı görevi sürdürmüştür. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, Yayınlanmamış Belgelerle Atatürk'ün Siyasi ve Özel Hayatı, İlkeleri, 2. Baskı, İstanbul 1981, s. 138–140. Kaynak: Atatürk'ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009 İşteatatürk Eklenme Tarihi: 18.07.2010:0 İTİLÂF DEVLETLERİ'NİN İSTANBUL'U RESMEN İŞGALİ VE FAALİYETLERİ Ş. CAN ERDEM ÖZET İstanbul'un 16 Mart 1920′de resmen işgal edilmesi asayiş problemine yol açtı. Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışları bu sorunu körükledi; Meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlardı. Posta paketleriyle yurtdışına 'sikke' ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlardı. Bu makale, işgalcilerin İstanbul'un asayişini bozan faaliyetlerini, Osmanlı arşiv belgelerini kullanarak ortaya koymayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler İstanbul, işgal, asayiş, azınlıklar, İtilâf Devletleri. THE OFFICIAL OCCUPATION OF İSTANBUL BY THE ALLIES AND THEIR ACTIVITIES ABSTRACT The official occupation of İstanbul on 16 March 1920, brought about "public security problem". Especially, behaviours of the soldiers of Allies and the minorities expanded this problem; They were seizing dwellings, insulting to Turks and usurping the valuable things of them. Also they were assaulting the sacred values as flag and azan. Stealing "sikke" and gold abroad by post packets. This article is aiming to put forth the "public security problem" utilizing from the Ottoman archive documents. KEY WORDS İstanbul, Occupation, Public Security, Minorities, Entente States. İstanbul, 16 Mart 1920'de İtilâf Devletleri'nce resmen işgal edilmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri, sabah erkenden Sadrazam Salih Paşa'ya bir nota vererek saat 10'dan itibaren İstanbul'un işgal edileceğini bildirmişlerdi1. Notanın ekinde, İstanbul'un Müttefik devletlerin askerî işgali altına alınacağı, Müttefik askerî makamlarının, müttefik yüksek komiserleri namına şehrin işgali için gereken bütün askerî tedbirlerin uygulanmasını sağlayacakları, buna göre; Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinin işgal edileceği, buralardan verilecek emir ve tebligatların kontrol ve sansüre tabi tutulacağı, posta, telgraf ve telefonun kontrol altına alınacağı2, polisin de sıkı bir kontrole tabi tutulacağı, sükûn, nizam ve asayişin muhafazası için gereken bütün nizamnamelerin düzenleme, duyurma ve uygulamasının işgal kuvvetlerince sağlanacağı vurgulanıyordu3. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası memurlarından W.S. Edmonds'a göre, "Türklerin akıllarını başlarına getirmek için tek çare İstanbul'un işgal edilmesiydi"4. ABD'nin Londra büyükelçisi Davis'in Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği 6 Mart 1920 tarihli bir telgraf işgal kararının aynı tarihte Londra'daki müttefik konferansında alındığını gösteriyordu5. Sadrazam Salih Paşa6 ise verdiği bir karşı notayla işgali protesto ediyor, Anadolu hareketinin idarecileri veya mensupları tarafından yapılmış olan tecavüzleri onaylamadığını da belirtiyordu7. İngiltere Başbakanı Lloyd George, Londra Konferansı'nın 28 Şubat 1920 tarihli oturumunda artık güçlerini gösterme zamanının geldiğini, 5 Mart'taki oturumda ise Maraş olaylarının büyük devletlerin prestijine leke sürdüğünü öne sürmüştü8. Aynı tarihte İstanbul'da bulunan İtilâf Devletleri Yüksek Komiserlerine gönderilen talimat tasarısında, Kilikya'daki Ermeni katliamını önlemek ve suçluları cezalandırmak için hem yerinde hem de İstanbul'da tedbir alınmasına karar verildiği, Kilikya'daki tedbirlerden Fransa'nın sorumlu olacağı, İstanbul'da ise Hükûmet binalarının işgalinin, Sadrazam ile bazı nazırların tutuklanmalarının düşünüldüğü bildirilerek bu konudaki görüşleri soruluyordu9. Bununla ilgili olarak İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck'in 29 Şubat'ta İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a çok gizli ibaresiyle gönderdiği yazıda "direnişi kırmak için İstanbul Hükûmeti nezdinde boş yere teşebbüslerde bulunmaktansa İstanbul'un fiilî olarak işgal edilmesi gerekeceği"10 bildiriliyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon da, Avam kamarasında yaptığı bir konuşmada işgalin habercisi olan şu sözleri söylüyordu; "…Türkiye hükûmeti ve Türk kuvvetleri tarafından mütareke bariz bir surette ihlâl edilmiştir. Pek çok defalar hasmane tecavüzat vaki olmuştur. Payitahtla Anadolu'daki Kuvâ-yi Milliye arasında suret-i daimede esliha ve kuvâ-yı müselleha nakledilmiştir. Türk zabitanı sokaklarda öyle bir tavır takınmışlardır ki bu ancak amirlerinden telakki eyledikleri emrin neticesi olabilir"11. Yine Lord Curzon'a göre, Türklerin özellikle Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde giderek büyüyen Kuvâ-yi Milliye hareketinin İngilizlere kafa tutan tavrı İstanbul'un işgaline sebep olmuştu ve İstanbul'un işgali müttefiklerin kararlılığının ve gücünün ispatı olacaktı12. Lord Curzon bunları aldığı istihbarat raporlarına dayanarak söylüyordu. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir John de Robeck, 1 Mart'ta Lord Curzon'a gönderdiği gizli yazıda, gizli bir kaynaktan sağlamış olduğu bilgiye dayanarak Maraş bölgesindeki Fransız güçlerine saldıran Milliyetçi milis gücüne silah ve mermileri Osmanlı Harbiye Nezareti ile Osmanlı kolordu ve tümen komutanlarının sağladığını bildiriyordu13. Fransız basınının bile, Kilikya'da Ermenilerin katledildiği yolundaki İngiliz propagandalarına ihtiyatla yaklaştığı, gerçekte İngiltere'nin Türklere gözdağı vermek istediği, İstanbul'un işgalinin hiç bir fayda sağlamayacağı, Fransız kamuoyunun işgali sanki Fransa'ya karşı girişilmiş gibi gördüğü de gerçekti14. İngiltere ile Fransa arasındaki nüfuz mücadelesinde İngilizler bir adım öne geçmişler hatta Fransızların meşhur Generali d'Esperey, İngilizlerin şikâyetleri sonucunda Fransız hükümeti tarafından görevden alınmış yerine 5 Nisan'da General Nayral de Bourgon atanmıştı15. d'Esperey, General Wilson'un komutası altındaki Müttefik Kolordu'dan 122. Fransız Tümenini ve ayrıca iki taburu ayırıp kendi komutası altına almıştı. O, Fransız askerlerinin, müttefik olsa bile, yabancı bir komuta altında olmalarını istemiyordu. Türk basınına verdiği bir demeçte de, Yüksek Konsey'in Fransız görüşünü benimseyerek, Türklerin İstanbul'da kalmalarına karar verdiğini söylemişti16. Fransız Yüksek Komiseri Defrance'a gönderilen de Robeck ve Wilson ile birlikte çalışılması emrini de reddeden d'Esperey, askerî operasyonu kendisinin yönetmesini istemiş ancak İngiliz Generali Milne'den, "Hükümetimin talimatına göre İstanbul'da harekâtta bulunmak için hiç kimseden emir telâkki edemem"17 cevabını almıştı. İşgal, Panislamist eğilimlerin ve giderek güçlenen bolşevik yayılmacılığının bölgesel çıkarlarını tehdit edici boyutlara ulaştığına ve tüm bu olumsuz gelişmeleri İstanbul'dan kontrol ve denetim altına alabileceğine inanan İngilizler'in plânı da olabilirdi18. Misâk-ı Millî'nin ilânı ve Maraş olayları görünür sebepler olmaktan başka bir anlam ifade etmiyordu19. Hükûmet gazetelerde yayınlanan resmî tebliğinde ise işgalin geçici olduğunu, İtilâf Devletleri'nin niyetinin saltanat makamının nüfûzunu kırmak değil aksine o nüfûzu desteklemek ve sağlamlaştırmak olduğu, Türklerin İstanbul'dan mahrum edilmeyeceği fakat karışıklıklar ve öldürme gibi olaylar olursa bu kararın değişeceğini, bu nazik zamanda herkesin kendi işine gücüne bakarak Osmanlı Devletinin enkazından yeni bir Türkiye ortaya çıkarmak için son bir ümidi cinnetleri ile mahvetmek isteyenlerin aldatmalarına kapılınmaması ve saltanat makamının emirlerine uyulması isteniyordu. Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wilson da 'İstanbul Ahalisine' başlığıyla yayınlanan bildirisinde izinsiz silah taşımanın kesinlikle yasaklandığı, sekiz santimden uzun bıçak ve hançerlerin silah sayılacağı, her türlü toplantının kesinlikle yasak olduğu ve bu emirlere uymayanların Divan-ı Harb-i Örfi'ye verilerek idamla cezalandırılacaklarını belirtiyordu. Yine işgalcilerin bir duyurusu, İtilaf Devletlerinin Galata'daki pasaport dairesinden vize almadan Anadolufeneri-Pendik hattından öteye seyahat etmenin yasak olduğunu bildiriyordu20. Bosphore gazetesinde, "Hareket-i Milliye ve Müttefikler" başlıklı yazıda İngiltere, Fransa, İtalya Yüksek Komiserlerinin dünkü beyannamesinin müttefiklerin millî hareket hakkındaki hissiyatının açık bir belirtisi olduğu ifade ediliyordu. Mustafa Kemal'in itibarını kaybettiği ve en kör taraftarlarının da artık gerçeği anlamaları gerektiğine dikkat çekilerek; " Ah! Eğer Türkler mütarekeden sonra olsa bile hulûs ve samimiyet ile akıl ve mantığa rücû etseler idi elyevm vaziyet ne kadar başka türlü olacak idi" denilerek hayıflanılıyordu21. Orient News gazetesine göre de Anadolu hareketi, İttihat ve Terakki komitesinin halefleri tarafından idare ediliyordu ve bu teşkilat önderlerinin Bolşeviklerle de temasta bulunduklarına asla şüphe yoktu. Bunların takip ettikleri siyaset anarşi ihdas etmek ve müttefikler aleyhinde ihtilâl çıkarmaktı. Fransızca İstanbul gazetesi de İstanbul'un işgaline İttihatçıların neden olduğunu yazıyor ve şu yorumu yapıyordu; "Türkiye Harb-i Umumi'ye iştirakına ve Enver ile Talat'ın cinnetine rağmen yaşayabilir. Fakat bu, takip edeceği hatt-ı harekete bağlıdır. Eğer Anadolu'da hristiyanların katliamı, İtilâf askerlerine karşı tecavüzat ve yolsuzluklar devam eyleyecek olur ise, bunların failleri hasta adamın seng-i mezarına "Türkiye ölmüştür" kitabesini yazacaklardır"22. İngiliz basınında çıkan haberler de İngiliz kamuoyuna işgal gerekçelerini bildiriyordu. İşgalin sorumluluğu adeta günah keçisi yapılan İttihat ve Terakki'ye yükleniyor; "Millî organizasyona başlayan bu adi adamlar (M. Kemal ve arkadaşları) ne hükûmete ne de sultana itaat etmiyorlar. Kendi halkının ızdırabına sebep oluyorlar. İstanbul Üniversitesi konferansları da bu hareketi artırdı. İstanbul'un Türklerde kalacağını söyledik. Hristiyanlara saldırmayın, olay çıkartmayın dedik, fakat dinlemediler. En sonunda işgal zorunda kaldık"23 denilerek işgal haklı gösterilmeye çalışılıyordu. İşgal harekâtı gece yarısından sonra başlamıştı24. Sabah saat 10'a kadar işgali planlanan yerlerin çoğu işgal edilmiş, tutuklanacak kimselerin bir çoğu tutuklanmış, sıkıyönetim ilân edilmiş bulunuyordu. 16 Mart sabahı erken saatlerde yapılan tutuklamalar tutuklunun evine korku salacak şekilde yapılıyor, bu kimseler gecelik kıyafetleriyle götürülüyorlardı. Fransız Yüksek Komiseri Defrance da İngilizlerin işgali büyük bir çalımla yürüttüklerini söylemişti25. İşgal edilen yerlerden birisi de Şehzadebaşı'ndaki mızıka karakoluydu. Buraya yapılan baskın sırasında çatışma çıkmış ve 5 Osmanlı askeri ölmüş 9 veya 12 kadarı da yaralanmıştı. Bir İngiliz askeri ölmüş, bir subay yaralanmıştı. Osmanlı askerlerinin bazıları yataklarında süngülenerek öldürülmüşlerdi. Burası yalnızca mızıka karakolu değil, aynı zamanda 10. Kafkas Tümeninin karargâhıydı. İngilizlerin burayı basmalarının nedeni de Tümen Komutanı Yarbay Kemalettin Sami Beyi tutuklamak üzere aramalarıydı. Ancak onu bulamadılar26. İngilizler Meclisi de basmışlar başta Rauf (Orbay) ve Kara Vasıf Beyler olmak üzere birçok kişiyi tutuklayarak Malta'ya sürmüşlerdi27. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'un işgal edilmesine ve Meclis'in basılmasına çok sert tepki göstermiş ve Anadolu'da bulunan İngiliz subaylarının tutuklanmalarını emretmişti. Erzurum'da bulunan Yarbay Rawlinson bunların başında gelmekteydi28. İşgali protesto etmek amacıyla gönderdiği yazıda da İstanbul'un İtilâf Devletleri'ne mensup askerî kuvvetler tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş olmasını, "Millet-i Osmaniyenin hakimiyet ve hürriyet-i siyasiyesine havale edilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini, ne bahasına olursa olsun, müdafaa etmeğe azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci asr-ı medeniyet ve insaniyetinin mukaddes addettiği bütün esasata, hürriyet, milliyet, vatan hissiyatı gibi bugünün cemiyat-ı beşeriyesine esas olan bütün umdelere ve bu umdeleri vücuda getiren vicdan-ı umumi-i beşere racidir"29 şeklinde nitelendirmişti. Yine Mustafa Kemal Paşanın Karabekir'e, "bu telgrafı bir dakika tehîr eden hain-i vatandır" ibaresiyle çektiği telgrafta "Geyve Boğazı'nın işgali ve demiryolu köprüsünün tahribi, Geyve, Ankara, Pozantı mıntıkasındaki demiryolu hat ve malzemesine el koymak üzere hat boyundaki İtilaf kuvvetlerinin silahlarının alınarak tutuklanmaları, Konya'da Anadolu hat komiser yardımcısının derhal demiryollarına el koyması ve emrine uymayan memurları cezalandırması, İstanbul ile tel hatlarının çoğu Geyve'den geçtiğinden, Geyve santralinin askerlerce derhal işgal"30 edilmesini bildirerek karşı önlemlerini almıştı. İtilâf Devletleri'nin İstanbul'da giriştikleri keyfî uygulamalar, Avrupalıların Türklere hangi gözle baktıklarını göstermesi açısından kayda değerdir. İnsanı hayrete düşüren faaliyetlerini pervasızca yürütmekten çekinmiyorlardı. Sükûn, nizam ve asayişi sağlamak bahanesiyle İstanbul'u işgal edenler, bizzat düzensizlik ve asayişsizliğin kaynağı haline geleceklerdi. İşgali gerçekleştirdikleri sırada Galata köprüsü muhafaza memurlarından Şuayip Efendi'nin Fransız askerleri tarafından öldürülmesi31, daha şehri ilk işgal ettikleri gün arabasına bindikleri bir arabacıyı döverek arabadan atan beş İngiliz askerinin32 davranışı ileride yaşanacakların da işaretiydi. Çamlıca gibi şehre hakim tepelere mitralyöz ve makineli tüfekler yerleştirip33, gayr-i müslim unsurların şikâyetleri sonucunda müslüman halkın evlerinde aramalar yaparak silah bulunan ev sahiplerini tutuklayan İngilizlerin34 niyetinin pek de halisane olmadığı anlaşılıyordu. Meskûn olduğunu bildikleri yerlerde bile askerî manevra ve top atışı yapmaktan çekinmeyen İngilizler35, müslüman Türklere karşı İngiliz askerlerinin gerçekleştirmiş olduğu saldırılara dair izahat vermekten dahi kaçınıyorlardı36. Gayr-i müslim unsurların bu gibi şikâyet ve isteklerini yerine getirmede pek istekli olduklarını gördüğümüz işgalcilere, azınlıklara mensup kişilerin yardımcı olmaları da sık rastlanan olaylardandı. Kartal'da birçok evde arama yapan İngiliz müfrezeleri Kartal bölük kumandanı İzzet Bey'in evini dahi aramaktan çekinmemiş, iki tabancasına da el koymuştu37. Bu arama sırasında İzzet Bey evden yüz metre uzakta tutulmuş ve İngiliz elbisesi giymiş iki Ermeni ve bir sivil Türk'le bazı Hint askerleri de hazır bulunmuştu38. Yeşilköy'de uçaklara tahsis edilmiş olan alanı korumakla görevli Senegalli Fransız nöbetçi askerinin durmasını ihtar ettiği fakat dil bilmediği için anlamayıp durmayan Mustafa adlı kişi açılan ateş sonucu ölmüştü39. Fransız Fevkalade Komiserliği nezdinde yapılan girişimde, nöbetçilerin uçaklara tahsis edilmiş bu alana kimseyi sokmamak hususunda kesin emir aldıkları, emirleri yerine getirmelerinin tabiî olduğu bildirilerek, Osmanlı teb'ası nöbetçilerin ihtarına uydukları ve saklanmak veya yere yatmak suretiyle yasaklanmış bölgeden geçmeye çalışmadıkça bu gibi durumların tekrarlanmayacağı yolunda cevap alınmıştı40. İşgalcilerin nezdinde müslüman Türklerin hayatının kıymet-i harbiyesi bulunmuyordu. Kendi aralarında ettikleri kavgalarla da şehrin asayişini ihlâl eden işgalciler41, halkın mal ve ırzına saldırmaktan da geri durmuyorlardı. 17 Mayıs 1920 tarihinde İngiliz polis memurlarından biri İçerenköy'de kasaplık yapan bir Türk'ün kapısını kırarak evine girmiş ve karısına saldırmış, feryatlar üzerine yetişen komşuların İçerenköy Jandarma karakoluna haber vermeleriyle, karakol kumandanı beraberinde bir askerle gelerek İngiliz polisin silahını almış ve tutuklayarak İngiliz Polis Kumandanlığına teslim etmişti42. Silâh bulunduran ve taşıyanlara karşı tahammül göstermeyen işgalciler, İçerenköy, Bostancı, Sahrayı Cedîd, Kısıklı mevkileri reji muhafaza memurlarına verilen silah vesikalarının İngiliz kumandanlığınca da tasdik edilmesini istiyorlardı43. Yaptıkları aramalarda yalnızca silah ve cephaneyi değil işlerine gelen birtakım eşyaları da çuvallara doldurup götürmekten44 çekinmeyen işgalcilerin, Tuzla'da halkın bayram münasebetiyle silah atması nedeniyle yaptıkları aramalarda silâh ve mavzerlere el koymaktan başka, çorap, mendil, havlu gibi eşyalarla ziynet altınlarını da aldıkları görülüyordu45. Üsküdar Bulgurlu'da Hüseyin Ağaya ait ağıla gelen beş silahlı İngiliz askerinin tehditle yedi Osmanlı altın lirası, yedi gümüş çeyreği ve beş adet yüz kuruşluk kağıt parayı, bir gümüş saati ve bir tabancayı gaspetmeleri de46 sıradan bir olaydı. Yabancı askerlerin yollarda ne görseler avuçlayıp ceplerine atmak gibi alışkanlıkları da vardı. İşportacıların arabalarını dağıtıp, kahkahalarla karışık küfürler savuruyorlardı47. Resmen yağmacılık yapıyorlardı. İngiliz askerlerinin Ümraniye'de ezan okuyan bir müezzine ateş açmaları da48 dinî hoşgörülerinin seviyesini gösteriyordu. Gerekçe gösterilmeden tutuklamalar yapılıyor49, Kuvâ-yi Milliye'ye katılmalarından endişe edilen subaylar da bundan nasiplerini alıyorlardı50. Kartal Bölük Kumandan vekili Haydar Efendi ile kaza kaymakamı Hamid Bey'in İngilizler tarafından tutuklanıp hapsedildikten 12 saat sonra serbest bırakılmaları fakat tekrar tutuklanarak Dersaadet'e sevkolunmaları51 da keyfî uygulamalara bir örnek teşkil ediyordu. Bir yandan asayişin sağlanması için Osmanlı makamlarından talepte bulunan, öte yandan Jandarma karakollarını kuşatıp silahlarına el koydukları askerleri görevlerini yapmaktan alıkoyan İngilizlerin52, iyi niyetli olmadıkları açıktı. 3 Temmuz 1920'de Çubuklu'ya çıkarılan 800 kişilik bir Yunan müfrezesi iki gün önce Beykoz'a çıkmış olan tahminî 3000 kişilik İngiliz askerleriyle birlikte Dudullu'da İngiliz mıntıkasına taarruz eden Kuvâ-yi Milliye'ye karşı savaşıyordu53. İstanbul'daki müslüman halkın Rum azınlığa karşı hazırlandıkları bahanesiyle Yunanlılar tarafından Rumlara 3000 silah dağıtılması54 da Yunanlıların İstanbul üzerindeki emellerinden vazgeçmeyeceklerine işaret ediyordu. İstanbul'dan başka Trakya üzerinde de hak iddia ettiklerinin bir göstergesi de, Sirkeci istasyonundan Edirne'ye giden tren yolcularının seyahat vesikaları Fransız zabıtasınca vize edildiği halde, 29 Haziran 1920 tarihinden beri Yunan konsolosluğundan da vize alınmasının şart koşulmuş olmasıydı55. Asayişi sağlamak bir yana aksine asayişsizliğe davetiye çıkaran işgalcilerin uygulamaları sosyal hayatı da olumsuz yönde etkiliyordu. İşgal kuvvetleri yoğunlukla Beyoğlu bölgesinde olmak üzere kışla, yabancı okul, hastane gibi kurumlarla bazı otel ve özel binalara hukuk dışı yollarla yerleşmişlerdi. Üst düzey İtilâf yetkilileri ve subaylar, beğendikleri bazı özel meskenleri zorla tahliye ettirerek kendileri oturmuşlardı56. Bu uygulamalar neticesinde mesken sıkıntısı had safhaya ulaşmış, "Ey gaddar ev sahipleri" başlığıyla ilanların bile dağıtılmasına yolaçmıştır. İlanlarda, bundan sonra sahip oldukları evleri kiraya vermek hususunda gaddarane davranacak olanların teşkil edilen komite tarafından evleri yakılarak kendilerinin de meskensiz bırakılacakları ihtar ediliyordu57. İtalya'dan gelecek olan askerî kuvvetler için Sanayi-i Nefise mektebiyle Sıhhiye müzesinin bir an evvel boşaltılması, Millî Ta'lim ve Terbiye Cemiyetine ait binanın da polis tarafından sahibi buldurularak anahtarının aldırılmasının sağlanması aksi takdirde Saraçhane anbarının işgal edileceği yolundaki 27 Nisan 1920 tarihli Sadaret tezkeresi58 de manidardı. Sıhhiye müzesine ait eşyalar nakledilecek başka yer olmadığından müdüriyet binasının bir odasına konulmuş59, Sanayi-i Nefise mektebinin de Eczacı ve Dişçi mekteplerine nakledilmesi kararlaştırılmıştı60. İşgalcilerin mektepleri ve müze gibi yerleri işgal etmeleri kamu düzenini de bozuyor, olağanüstü şartlar nedeniyle zaten doğru dürüst yapılamayan eğitim ve öğretimin aksamasına yolaçıyordu. İngiliz askerî kıtasına ait telefon tellerini kesmek maddesinden yargılanan ve ağır hizmette istihdam edilmek suretiyle İngiliz Divan-ı Harbince altı ay mahkumiyetine karar verilen Yakacıklı Muhammed Hakkı Bostancı hapishanesine gönderilirken61, ellerinde Polis Müdüriyet-i Umumiyesince tasdik edilmiş İngiliz belgeleri olan gayr-i müslimler de işgalcilerle işbirliği yapıyorlardı62. Kartal'ın Soğanlık köyünde hırsızlık, yaralama ve öldürme suçlarını işleyen iki İngiliz askeri idamla cezalandırılmışlardı. İngiliz Karadeniz Orduları Başkumandanı bu cezaları onaylamış ancak birini müebbed hapse çevirmişti63. Anlaşılan hırsızlık, gasp, ırza tecavüz gibi suçları görmezden gelen İngilizler örtbas edilemeyecek bu gibi durumlarda ceza vermekten kaçamıyordu. İşgalcilerin, Osmanlı askerî kıtalarından çeşitli tarihlerde aldıkları silahların mühim bir miktarını Kağıthane'de Terkos Su Şirketi Kumpanyasına ait fabrikanın içi ve dışındaki kuyulara atmış olması64 bu silahların az da olsa bir gün kendilerine karşı kullanılabileceği ihtimalinden ne denli çekindiklerini gösteriyordu. İşgalcilerin ve başta İngilizlerin Türklere karşı bu katı tavrı Yunanlılara da cesaret veriyordu. Kadıköy'de ailesiyle birlikte seyahat eden Rüsûmat memuru Süleyman Efendi'nin üç Yunan askeri tarafından elleri bağlandıktan sonra gözü önünde ailesine tecavüz edilmesi hatta, "Yalnız sana değil Kadıköy'deki memurlarınıza da aynı muameleyi yapacağız. Defolun buradan gidin; biz sizi birden öldürmeyeceğiz. Her gün birer parçanızı kesmek suretiyle öldüreceğiz"65 şeklinde tehditler savurmaları durumun vahametini gözler önüne seriyordu. İngilizlerin Rumların ihbar ettiği evlerde aramalar yapmaları66 tepki topluyor, azınlıkların işgalcilerle işbirliği yapması hoş karşılanmıyordu. İşgalden önce, 7 Eylül 1919'da İstanbul'a sahip olmak amacıyla "İstanbul Rum Mebusları" adı altında 40 kişilik bir Rum parlamentosu oluşturan, gönüllü olarak Yunan ordusuna katılan, çeteler kurarak müslüman halka, hatta karakollara saldıran Rum azınlığın67 işgalcilerle işbirliği yapması hiç de şaşırtıcı değildi. Tuzla'da bir Yunan subayı ezan okuyan müezzine ateş ediyor, Yunanlıların mukaddesat-ı İslamiye'ye hücum ve hakaretleri68 ayyuka çıkıyordu. Müslüman halka saldırarak yaralayan, feslerini yere atarak çiğneyen birtakım Yunan askerlerinin bölüklerinden firar etmiş oldukları anlaşılıyordu69. İngilizlerin Gebze'de kendilerine silah çekeceği korkusuyla bir çobanı dahi tutuklamaları70 tam bir işgalci psikolojisi içinde olduklarını gösteriyordu. Yunan Bahriye subaylarından Malamatini Dimitri'nin Maltepe'de cadde üzerinde havaya ateş açıp kendisine müdahale etmek isteyen polislere de saldırmasından71 sonra götürüldüğü karakoldan kendisine İngiliz polisi süsü veren birisi tarafından çıkarılmak istenmesi72, daha önce İngilizlerin bu nevi müdahaleleriyle suç işlemiş olan azınlıkların ve başkalarının karakollardan alınıp serbest bırakıldıklarının da deliliydi. İngiliz himayesinde olmak her türlü tehlikeye karşı bir zırh vazifesi görüyordu. Zincirlikuyuda Bahçıvan Kanber Ağanın evini basan İngiliz jandarmalarıyla yanlarındaki büyük ihtimalle azınlıklara mensup tercümanları73, Topçular mahallesinde oturan askeriyeden emekli Mustafa Beyin evini basarak iki tabanca ve mermilere el koyanların İngiliz elbisesi giymiş olmaları74, hatta ve hatta içki içip din ve devlet aleyhine konuşan ve İngiliz istihbarat memurları olduklarını söyleyen ve İngilizlerle bir ilgileri olmadığı anlaşılan Cemal ve Muzaffer adlı kişilerin varlığı75, hemen herkesin bu zırhtan yararlanmak istediğine işaret ediyordu. İngilizler hemen her işe karışıyordu. İngiliz 84. Fırka Kumandanlığı Üsküdar Jandarma taburuna mıntıkadaki asayişin temininde gösterdiği başarı dolayısıyla teşekkür yazısı yazıyor76, Umum Jandarma Kumandanı Mirliva Ali Kemal Bey de adeta amirlerinden takdir almış bir memur gibi bunu Dahiliye Nezareti'ne bildirirken, "ben de ayrıca takdir ve teşekkürlerimi sundum"77 diyordu. Gebze'de, içlerinde iki de kadın bulunan 23 Rum'un Amasya ve Samsun ahalisinden olup, o taraflardaki Rum ahalinin tehcirinden korkarak İstanbul'a iltica ettikleri ve Kuvâ-yi Milliye'ye mensup olduklarını zannederek jandarma ile çarpıştıkları için cezalandırılmalarının uygun olmadığı şeklindeki İngilizlerin telkini de78 işgal İstanbulu'ndan ilginç bir diğer kesitti. Rumların babasına götüreceği yolunda kandırdıkları bir genç kızı Büyükada'daki Rum yetimhanesine götürmelerine İngiliz polislerinin de yardımcı olması79 gayri müslimleri hemen her koşulda koruyup kollamak hususunda pek istekli olduklarını tespit etmiş olduğumuz İngilizlerin karıştığı bir başka olaydı. Asayişi bozanlar, işgalcilere sempati ile bakanlar olunca yakalanıp cezalandırılmaları da mümkün olmuyordu. Ancak siyasî mülâhazalarla Malta'ya sürülmüş olan kişilerden bazıları firar edince, bulundukları takdirde derhal tutuklanmaları istenebiliyordu80. Gebze'de Jandarma ile çatışan Rumlar cezalandırılamazken, bölgedeki Yunan kıtaları müslümanların emvalini Rumlarla müştereken gasp ve karşı çıkanları kadınlara varıncaya kadar sopalarla döverek süngüyle tehdit ediyor, Yunan asker ve subaylarına selam durmaya zorluyorlardı81. Yunan askerleri caddelerde yüksek sesle "Ayasofya'yı alacağız, Türkleri kovacağız" diye şarkılar söylüyor82 bu da müslüman halkın duygularını incitiyordu. İşgalci askerler arasında meydana gelen çatışmalar da, şehirdeki müslüman nüfus arasında yaralanmalara hatta ölümlere yol açabiliyordu83. Taksim'de, eski topçu kışlasındaki stadyumda yapılan spor müsabakaları dolayısıyla binaya asılmış olan iki Osmanlı sancağının İngiliz ordusuna mensup resmî elbiseli iki asker tarafından çekilip kopartılması ve hakaret edilerek yere atılması gibi olaylar da84, işgalcilerin Türklüğe bakış açılarını yansıtıyordu. İtilâf Devletleri memurlarının posta paketleriyle yurt dışına sikke ve külçeler halinde altın kaçırmalarıysa85 sahip oldukları sömürgeci zihniyetin maddî çıkar sağlamak hususunda ne denli mahir olduğunu gözler önüne seriyordu. 11 Eylül 1922'de İstanbul'daki işgalciler askerlerini akşamın saat altısından sabahın saat altısına kadar kışlalarında alıkoyma kararı almışlar ve Türk askerlerinin de aynı uygulamaya tabi tutulmalarını istemişlerdi86. Herhangi bir çatışmaya meydan vermemek amacıyla alındığını düşündüğümüz bu kararın, Türk ordusunun 9 Eylül'de İzmir'e girmesinden hemen sonraya rastlaması anlamlıydı. Tabiri caizse, yolun sonuna geldiklerini anladıkları halde Türklere karşı düşmanca tutumlarını değiştirmediklerinin örneklerini veren İngiliz askerleri, Ekim 1922'de müslüman halkın feslerini başlarından alarak hakaret etmiş, Üsküdar'da bir evin penceresine asılmış olan Osmanlı sancağını kanca ile çekip ellerindeki kılıçlarla parçalamışlardı87. Adeta utanılacak bir sıfatmışcasına "Sen Türk, Türk" diye hitap ettikleri müslümanlara hakaret etmekten çekinmeyen İngiliz askerlerinin88 tavrı münferit olarak nitelendirilmezdi. İngiliz askerlerinin, mensubu oldukları orduya emir ve komuta edenlerden farklı bir zihniyete sahip olduklarını düşünmek fazlaca iyimserlik olurdu. Bütün bu yaşananlara rağmen, Türk ordusunun kazandığı zaferi kutlayan müslüman Türklerin yaptıkları millî gösteriler sırasında ölçülü davranan Türk güvenlik güçleri hiç bir üzücü olayın meydana gelmesine izin vermemişlerdi. Terkos Rum metropolidinin bu hususla ilgili olarak Polis Müdüriyetine gönderdiği teşekkür yazısı89, yine Tarabya Rumlarının benzer teşekkür yazısı90 Türklere medeniyet dersi vermek isteyenleri utandırmış mıydı bilinmez. Türkleri 'medenî' saymayan ve eskiden beri onlara 'medeniyet' getirme iddiası taşıyan Avrupa'nın büyük devletlerinin gerçek amacı yalnızca kendi çıkarlarını korumaktı. Gerçekte, İstanbul'un 'ikinci kez' ve 'resmen' işgal edilmesinin hedefi, çıkarlarını baltaladığını ve önlerinde büyük bir engel oluşturduğunu düşündükleri Mustafa Kemal ve önderi olduğu millî hareketti91. İngilizler, millî hareketin başarıya ulaşmasının yolaçabileceği olumsuzlukları düşünmek bile istemiyorlardı. Onların tercihi, millî harekete düşman bir hükümetin başa geçmesi ve millî hareketi bastırma yoluna gitmesiydi92. Sonuç olarak İstanbul, çok acılar çekildiği halde "i'tidâlini" koruyabilme başarısını gösteren Türklerin elinde kalacak, sürekli olarak 'İstanbul'un Türklerin elinden alınacağı iddiasıyla' isteklerini kabul ettirme çabası içinde olan emperyalistler amaçlarına ulaşamayacaklardı. -------------------------------------------------------------------------------- 1 Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S. 22, ves. 557; Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. II, Ankara 1994, s. 428; Notada Mustafa Kemal Paşa'nın ve Kilikya'da meydana gelen hadiselerden ve tecavüzlerden sorumlu olduklarından şüphe edilemeyecek olan 'sözde milliyetçi hareketin'!!! diğer şeflerinin Osmanlı hükûmeti tarafından hoş görülmediğinin belirtilmesi isteniyordu. 2 BOA, DH-KMS, No: 59-1/48, lef 7. (11 Zilkade 1338); Posta ve Telgraf ve Telefon İdaresi iki mitralyözle, İngiliz ordusuna mensup seksen, doksan kişilik bir bölük Hint askeri tarafından işgal edilmişti. Telgraf idaresindeki yabancı kontrolü iki ay sonra had safhaya ulaşmış, bu tarihte, alınan bütün şifre telgrafnamelerin kendilerine teslim edilmesini istemişler ve telgrafnamelerin ait oldukları makamlara kendi karargâhları tarafından teslim edileceğini bildirmişlerdi. Aynı belge, lef 5. 3 Galip Kemalî Söylemezoğlu, Yok Edilmek İstenen Millet, İstanbul 1957, s. 48-49. 4 Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. I, Ankara 1987, s. 205. 5 Orhan Duru, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye'nin Kurtuluş Yılları, İstanbul 2001, s. 81. 6 Salih Paşa, Osmanlı Senatosunda anayasa konularında ileri sürdüğü görüşlerle tanınmış, "çok ahlâklı" bir insandı, ama Başbakan olacak nitelik ve yetenekten yoksundu. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb'e göre, Salih Paşa, Türk tarihinde en talihsiz sadrazamdı; "karakter gücüne ve yeteneğe sahip olmadığı gibi, uzlaşmanın imkânsız olduğu bir dönemde iktidara gelmişti. Sonyel, a.g.e., s. 205. Ali Fuat'ın (Türkgeldi) anlattığına göre, sadareti zorla kabul etmişti. Sadaret için davet olunduğunu anlayınca ağlamaya başlayarak bunu kabul etmeyeceğini kesinlikle beyan etmiş; Ali Fuat, kabul etmezse iktidara yine Damat Ferit'in getirileceği ve bunun doğuracağı acı sonuçlara değinerek onu ikna etmiş ve zorla Padişahın huzuruna sokmuştu. Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1987, s. 257. 7 Söylemezoğlu, a.g.e., s. 49-50. 8 Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Ankara 1994, s. 64. 9 Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. 1, Ankara 1992, s. 410. 10 Aynı yer, s. 411. 11 Alemdar, 15 Mart 1336, No: 453-2753. 12 Zekeriya Türkmen, "İstanbul'un İşgali Ve İşgal Dönemindeki Uygulamalar (13 Kasım 1918-16 Mart 1920)", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XVIII, S. 53 (Temmuz 2002), s. 361. 13 Salâhi R. Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, Ankara 1995, s. 67. 14 Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı Ve Fransız Kamuoyu, Ankara 1988, s. 96, 97, 99. 15 Türkmen, a.g.m., s. 363. 16 Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul, İstanbul 1994, s. 101. 17 Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1991, s. 227. 18 Ünsal Yavuz, "İngiliz ve Fransız Resmî Belgelerinde İstanbul'un İşgalini (16 Mart 1920) Hazırlayan Gelişmeler", Belleten, LVI, S. 217 (Aralık 1992), s. 984. 19 Gösterilen yer, Yazar, "İstanbul'un işgalinde Ulusal Ant geçerli etken olmadığı gibi, Maraş olaylarının ise, İngiliz diplomasisinin, işgal kararını bağlaşıkları ile birlikte alabilmek için görüşme masasına getirerek, işgalin hazırlayıcısı olan gerçek nedenleri gizlemekte ustaca kullandıkları bir politik araç olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır" demektedir. 20 Alemdar, 17 Mart 1336, No: 455-2755. 21 Alemdar, 18 Mart 1336, No: 456-2756. 22 Alemdar, 19 Mart 1336, No: 457-2757. 23 Ergün Aybars, "Millî Mücadele'de İngiliz Basını", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, IV, S. 12 (Temmuz 1988), s. 623, 624. 24 İşgale en çok sevinenlerin başında Ermeni ve Rum azınlıklar geliyordu. Azınlıkların işgal karşısındaki tutumları için bkz. Stefanos Yerasimos, İstanbul 1914-1923, İstanbul 1996, s. 134-144. 25 Sina Akşin, İstanbul Hükûmetleri ve Millî Mücadele Son Meşrutiyet, (1919-1920), İstanbul 1992, s. 404-405, 410. 26 Aynı yer, s. 406-407; Yazar, karşılıklı çatışma durumunun, bir kısım askerlerimizin, söylendiği gibi, yatakta öldürülmüş oldukları gerçeğini değiştirmediğini de belirtmektedir. Hâkimiyet-i Milliye yazarlarından Arif Oruç da 17 Haziran 1920'de yazdığı yazıda bu acıklı olayı dokunaklı bir şekilde hikâye etmişti. Yaralı bir askerle konuşmanın nakledildiği yazı şöyle bitiyordu; "Zavallı gencin süngü şerhalarından kan öbeklenen göğsü kabardı. Yavaşça göz kapaklarını indirdi. -Yanıyorum efendi. İngiliz etti bunu… Ve sonra tebessüm etmeye çalışarak kanlı elini Anadolu'ya doğru uzattı: -Ninemin yaşlı gözleri yollara bakar. Ona da deyin ki… Bir saniye için koğuş sakinleşti. -Ona da deyin ki, Nasuh adlı oğlunu, İngilizler yatakta süngüledi…" Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, Ankara 1992, s. 147. 27 Bilâl N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Ankara 1985, s. 160-175. 28 Aynı yer, s. 176; Yazar, İstanbul'un işgal edildiği haberini alarak Kâzım Karabekir Paşa'nın yanına gelen Erzurum Valisi Reşit Beyin korku içinde "Acaba Rawlinson da şimdi Erzurum telgrafhanesini işgal ile haberleşmeyi kontrol altına alırsa, ne yaparız?" dediğinden bahsederek, Vali'nin, Erzurum'da 15 bin kişilik kolorduya bir İngiliz yarbayının tek başına meydan okuyarak telgrafhaneye el koyabileceğini düşünebildiğini belirterek Mustafa Kemal Paşa'nın böyle bir yılgınlık hâli içerisinde bulunulan bir ortamda tutuklama emirlerini verdiğine dikkat çekmektedir. 29 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, C. I, Ankara 1986, s. 556. 30 Akşin, a.g.e., s. 425. 31 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 39/47, lef 2. (9 Şaban 1338); İşgal gecesi Galata köprüsü altında telgraf tellerinin korunması için nöbet tutmakta olan 15. Nakliye bölüğü askerlerinden Jakob Javel'in üç defa durmasını ihtar ettiği halde durmayan Şuayip Efendi'yi öldürdüğü anlaşılıyordu. Yapılan soruşturma sonucunda Şuayip Efendi'nin üzerinde yalnız 'Köprü Muhafızı' yazılı ceketi olduğu, yabancı askerlerin işgal dolayısıyla saat 24'de geldikleri, bu gibi memurların yabancı askerler tarafından tanınmadığı Polis Müdüriyeti'nden Dahiliye Nezareti'ne bildiriliyordu. Aynı belge, lef 1. 32 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 35/42. (26 Cemâziyelâhir 1338) 33 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 35/43. (26 Cemâziyelâhir 1338) 34 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 36/32. (7 Receb 1338); Gayr-i müslimler, dörtyüz kişilik bir İslam çetesinin Fener'e gelerek köyün gayr-i müslim ahalisini katl ve evlerini yakacakları şeklinde şikâyette bulunmuşlardı. 35 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 36/39. (8 Receb 1338) 36 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 36/40, lef 2. (8 Receb 1338) 37 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 37/13. (16 Receb 1338) 38 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 38/7, lef 2. (21 Receb 1338) 39 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 36/64, lef 1. (14 Receb 1338) 40 Aynı belge, lef 2. 41 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 38/27. (25 Receb 1338); Beyoğlu'nda gezen üç sarhoş İngiliz askerine müdahale eden İngiliz polisleri ile aralarında çıkan kavgada kurşun ve kasaturayla yaralanmalar olmuş, yaralılar İngiliz hastanesine nakledilmişlerdi. 42 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 40/74. (29 Şaban 1338) 43 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 41/9. (3 Ramazan 1338) 44 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 41/34. (12 Ramazan 1338) 45 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 42/16. (6 Şevval 1338) 46 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 43/1. (18 Şevval 1338) 47 Malik Aksel, İstanbul'un Ortası, Ankara 1977, s. 137. 48 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 42/43, lef 2. (11 Şevval 1338) 49 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 42/60. (16 Şevval 1338); 3 Temmuz 1920'de İstanbul valiliğinden Dahiliye Nezareti'ne yazılan yazıda Kartal kazası kaymakamının bilinmeyen sebeplerden dolayı İngilizler tarafından tutuklandığı bildiriliyordu. 50 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 42/71, lef 1. (7 Şevval 1338); Dahiliye Nezareti'nden Sadaret'e yazılan yazıda, Maltepe Tayyare Endaht Mektebi zabitanının evleri ve üzerleri arandıktan sonra İngiliz ordusundaki Hint askerleri tarafından tutuklanmalarının bu zabitlerin Kuvâ-yi Milliye'ye katılarak kendileri aleyhinde bir harekette bulunmalarını önlemek amacı taşıdığı bildiriliyordu. 51 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 43/7, lef 1. (18 Şevval 1338) 52 BOA, DH-KMS, No: 50-3/35, lef 11. (22 Receb 1338) 53 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 43/10. (19 Şevval 1338) 54 BOA, DH-KMS, No: 49-2/74, lef 1. (13 Rebiyülâhir 1339) 55 BOA, DH-KMS, No: 59-1/40, lef 2. (16 Şevval 1338) 56 Mehmet Temel, İşgal Yıllarında İstanbul'un Sosyal Durumu, Ankara 1998, s. 4; Eserde, 'Kamuya ve Kişilere Ait Binaların İşgali' s. 11-18 başlıklı bölümde İtilaf Devletlerinin sözkonusu binaları işgal ederken sergiledikleri keyfî davranışlar belgelerle ortaya konulmaktadır. 57 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 44/88. (27 Zilkade 1338) 58 BOA, DH-KMS, No: 49-2/72, lef 10. (10 Şaban 1338) 59 Aynı belge, lef 11. 60 Aynı belge, lef 14. İtilaf kuvvetlerinin bu keyfî mesken işgallerinin hanedan mensuplarına kadar ileri götürüldüğüne dair ayrıntılı bilgi için bkz. Türkgeldi, a.g.e., s. 175-176. 61 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 46/8, lef 1. (6 Muharrem 1339) 62 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 46/20, lef 2. (13 Muharrem 1339); Elinde bir İngiliz belgesi olan ve tercümanlık yapan Filipos adlı Ermeni tercümanın, Maltepe karakol kumandanı ile eşraftan dört kişinin tutuklanmalarına öncülük ettiği anlaşılıyordu. 63 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 49/44, lef 1. (20 Rebiyülâhir 1339) 64 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 51/39, lef 1. (22 Cemâziyelâhir 1339) 65 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 53/11, lef 3. (5 Şaban 1339) 66 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 53/37, lef 14. (22 Şaban 1339); Belgede şöyle deniyordu; 'sırf Fener Rumlarının eser-i teşvikatı üzerine mükerreren bu yolda icra-yı taharriyatta bulunulması ma'sum ve bî-günah olan ahali-i İslamiye üzerinde pek fena tesîr hâsıl eylemekte ve istirahat-ı umumiyeyi de selb etmekte olmasına binaen…' 67 Sabahattin Özel, "Millî Mücadele'de Yunanistan Ve Fener Rum Patrikhanesi'nin İstanbul'daki Faaliyetleri Ve Atatürk'ün Patrikhane Konusundaki Görüşleri", Askerî Tarih Bülteni, S. 40, (Şubat 1996), s. 3, 6, 7. 68 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 53/80, lef 2. (23 Ramazan 1339) 69 BOA, DH-KMS, No: 60-1/81, lef 7. (20 Receb 1339) 70 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 55/22, lef 3. (19 Zilkade 1339) 71 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/41. (17 Muharrem 1340) 72 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/44. (17 Muharrem 1340) 73 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/55, lef 1. (22 Muharrem 1340) 74 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/65. (28 Muharrem 1340) 75 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/72. (1 Safer 1340) 76 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 56/95, lef 2. (12 Safer 1340) 77 Aynı belge, lef 1. 78 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 57/77, lef 6. (15 Rebiyülevvel 1340) 79 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 57/81, lef 2. (21 Rebiyülevvel 1340) 80 BOA, DH-KMS, No: 61-2/22, lef 2. (12 Muharrem 1340) 81 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 58/20. (9 Rebiyülâhir 1340) 82 BOA, DH-KMS, No: 60-3/4, lef 2. (5 Zilhicce 1339) 83 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 62/76. (17 Zilhicce 1340) 84 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 62/77, lef 1. (18 Zilhicce 1340); Her ne kadar bu iki asker Divân-ı Harb'e verilmişse de bunun tabiri caizse 'zevahiri kurtarmak' kabilinden olduğu düşünülebilir. 85 BOA, DH-KMS, No: 61-2/38, lef 2. (8 Rebiyülevvel 1340) 86 BOA, DH-KMS, No: 62/44, lef 3. (20 Muharrem 1341) 87 BOA, DH-KMS, No: 62/65, lef 8. (13 Safer 1341) 88 Aynı belge, lef 4. 89 BOA, DH-EUM-AYŞ, No: 63/41, lef 2. (25 Muharrem 1341) 90 Aynı belge, lef 1. 91 Akşin, a.g.e., s. 416. 92 Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. I, Ankara 1992, s. 469. ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ İSTANBUL'UN İŞGALİ, DİRENİŞ VE KURTULUŞU 6 Ekim 1923'te, 5 yıl süren düşman işgalinden kurtulan İstanbul'a, Türk Ordusu sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları ve çiçek yağmuru altında girdi. İstanbul, Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra, itilaf devletleri yani Britanya, Fransa, İtalya ve aralarına aldıkları Yunanistan tarafından 13 Kasım 1918'de fiilen işgal edildi. Bu durum 16 Mart 1920'de resmi işgale dönüştü. Sur içindeki eski İstanbul'u Fransızlar işgal ederken, Beyoğlu ve Boğazlar mıntıkasının denetimini Britanya aldı. Kadıköy ve Üsküdar bölgesinin kontrolünü İtalya ele geçirdi. Ancak İngilizler İtalyanları güvenilir bulmadığı için buraya da el attılar. Zaten şehrin yüksek komutası ve denetim Britanya yüksek komiserindeydi.(1) İstanbul'un Türk halkının kıtlık ve sağlık sorunları yanında çok büyük çileler çektiği işgal dönemi; yazar, tarihçi ve araştırmacıların kitaplarına konu oldu. Bu eserler işgal altındaki İstanbul'u ve insanlarımızı anlatır. Türkler, son derece zor şartlara rağmen hem İstanbul'da, hem de bütün Anadolu'da işgale direndiler ve kurtuluşa ulaştılar. Günümüz Türk toplumunu anlamak, geleceğe bakmak için o dönemi, işgal insanlarını çok iyi bilmek ve tanımak zorundayız. İşgalle ilgili eserleri okuduğumuzda düşman askerlerinin taşkınlıklarını, özellikle İngiliz askerlerin küstah, Fransız askerlerinin gürültülü, İtalyanların çalımlı olduklarını görüyoruz. İşgalciler küçük bahanelerle durmadan Türkleri tutuklayıp, işkenceden geçirmekte, üzerlerindeki değerli eşyalara el koymakta, evler zorla sahiplerinden alınıp, içerdekiler dışarı atılmaktadır. İşgal askerleri kadın ve kızlara laf atmakta, sarkıntılık yapmaktadır. Yanında koca veya kardeşinin karşı gelmesi durumunda onlar da gözaltına alınıp cezalandırılmaktadır. Türk subayları küçük rütbeli de olsa işgal subaylarını selamlamak zorundadır. İşgalde İstanbul insanları İşgal dönemine tutulan ayna olan eserlerde insanlarımız; 1.İşgal güçlerinin yanında olan işbirlikçiler, 2.İşgale karşı çıkanlar, şeklinde iki grupta toplanmaktadır. 1. Grup; 1.1. Rum, Ermeni, Yahudi azınlıklarına mensup işbirlikçilerdir. Bunlar Türk tebaasından olmalarına, yüzyıllardır İstanbul'da Türk milleti sayesinde refah içinde, kendi din ve kültürlerini serbestçe yaşamalarına rağmen, işgalcileri coşku ile karşılamışlar, Türkleri aşağılamış, hakaret etmiş ve işgalcilerle kendilerini özdeştirmişlerdir. Rumların kahramanlaştırdığı Hrısantos isimli çete reisi, seri katil, İngilizlerin himayesinde onlarca Türk polis ve insanını öldürmüştür. O işgal günlerinde İstanbul'da bulunan ünlü romancımız Halide Edip Adıvar, azınlıkların Türklerin onurunu yaralayan bu davranışlarını Türklerin Milli Mücadele'sini ateşleyen en büyük sebep olarak "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı eserinde şöyle açıklar; " Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele değişir."(2) 1.2.İşbirlikçiler arasında Batı hayranı, Türkler vardır. Aslında bunların ihânetlerinin altında çıkar ilişkileri yatmaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun işgal İstanbul'unu anlatan "Sodom ve Gomore" adlı ünlü romanındaki kahramanı Sami Bey, millî değerlerden uzak, kendi benliğini unutmuş, yabancılara yakın olursa değer kazanacağını zanneden bir kozmopolittir. Sami Bey, İngilizlerin her şeye muktedir olduğu kanısındadır. Bu nedenle Anadolu'daki Millî Mücadele'ye karşıdır.(3) İşgalde Sadrazam Damat Ferit ve gazeteci Ali Kemal bu tipin önde gelenleridir. 1.3.İşgal İstanbul'unda işbirlikçiler arasında, Türk milleti aidiyetini Müslüman olmalarına engelmiş gibi gösteren İngiliz Muhipler Derneği üyesi ve İslam Teali Cemiyeti üyeleri vardı. Bunlardan Şeyhülislam Mustafa Sabri; "Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere Türklükten Allah'ın huzurunda istifa ediyorum… Tövbe yarabbi, tövbe Türklüğüme, beni Türk milletinden addetme" diye Allah'a yalvarıyordu. Dürrizade Abdullah gibi işbirlikçiler yüksek bir kültür ve büyük geçmişi olan Türk Millet varlığını basit bir etnisite olarak görüp, aynen Batı hayranı Türkler gibi işgalcileri kızdırmadan, özellikle İngilizlerin himayesinde yaşamayı öğütlüyordu. Bu İslâm maskeli Türk düşmanları Milli Mücadele'ye karşıydılar. Bunların Kuvâ-yı Milliyeciler aleyhine hazırladıkları çok şiddetli ifadeler içeren bildiri ve ölüm fetvalarının özü şuydu; "Padişahın izni olmadan işgalcilere karşı duranları, asker ve para toplayanları tek tek topluca öldürmek, din gereği ve görevidir. Milliyetçileri öldürenler gazi sayılır, bu yolda ölenler şehittir." Hükümet, bu bildirileri Anadolu'da işgalcilere karşı oluşan direnişi kırmak için İngiliz uçaklarından atarak dağıttırdı. Bunlarla halkın kafası karıştırılarak, iç ayaklanmaların yayılmasına sebep olundu. Bu bildirilerde Anadolu'da Milli Mücadele'yi yürüten Mustafa Kemal ve Kuvâ-yı Milliye, Yunan Ordusu'ndan daha kötü gösterildi.(4) Buna rağmen Türk Milleti Millî Mücadele'nin yanında yer alıp zafere ulaşınca Mustafa Sabri ve diğerleri İngiliz gemilerine binerek Türkiye'den kaçtı. İlginç olan, günümüz Türk toplumunda, bu gruptaki 3 ayrı işbirlikçi tipin fikirlerini paylaşan, bunlara birebir benzeyen kimseler, aşağıda okuyacağınız gibi; tarihi olayları çarpıtmaya ve o hainleri bize kahraman gibi yutturmaya kalkmaktadır. 2.Grup; İstanbul'da işgale karşı çıkanlardır. Bunlar kaderlerine razı olmaktansa kurtuluş için icabında ölmeyi göze alarak, tereddüt etmeden tehlikeli işlere aslanlar gibi atılan Türk milliyetçileri, vatanseverlerdir. İşgali yaşayan yazar, düşünür Samiha Ayverdi ; "Bütün bu yokluklara rağmen Türk İstanbul elinde avucunda ne varsa Millî Mücadele'yi desteklemek için Anadolu'ya gönderdi. Kadınlar yatak ve yastıklarındaki yünleri Anadolu'daki askerlere giyecek ve çorap yapmak için kullandılar. "demektedir.(5) Millî Mücadele'nin yanında yer alan, Anadolu'ya silah kaçıran, insan ve yardım malzemesi götüren bu kişiler yakalandıklarında İngiliz idam mangalarının önüne konularak kurşuna dizildi. Ercüment Ekrem Talu "Kan ve İman" isimli romanında İstanbul'da Estekzade Mahallesi'ndeki Türklerin işgal sırasında vatan için canlarını feda edercesine yaptıkları çalışmalarını anlatır. Kan ve İman'da, Millî Mücadele hareketinde milletçe birlik olmanın, aynı duyguları paylaşmanın konu alınarak işlendiği görülür. Bu roman tek bir ferdin değil, uyanan bir milletin tüm yokluklara rağmen mücadele azmi ve kuvvetli imanın kurtuluşu sağlayacağı ana fikri etrafında kurgulanır.(6) Evet, İstanbul ve Anadolu bu romanda anlatıldığı gibi çok zor şartlar altında, işgaldeki insanlarımızın mücadele ruhu ve kuvvetli imanıyla, maskeli hainleri ayırt eden irfan ve sezgisiyle, bir adı milliyetçilik olan ayakta kalma azim ve iradesi ile kurtuldu. Bu durum; Milli Mücadele'yi yöneten Atatürk ve arkadaşlarının ne büyük bir iş yaptığını gözler önüne sermektedir. Ancak, günümüzde bâzı kişi ve gruplar İstanbul ve Anadolu'yu düşman işgalinden kurtarmak için yapılan mücadeleyi küçültme gayreti içindedir. Damat Ferit, Ali Kemal ve Mustafa Sabri'nin günümüzdeki benzerleri olan bu kişiler yalan propaganda ile Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızı itibarsızlaştırmak istemektedir. Bunların İstanbul'un işgal, direniş ve kurtuluşu hakkında çarpıttığı târihî yalanların en belirgini şunlardır; 1.İngilizler Milli Mücadele'de Türklerle savaşmadı, tarafsız kaldılar. 2.İngilizler kurşun atmadan İstanbul'u Türklere teslim etti. Bu yalanların doğrusu şudur; 1.1.İngilizlerin Milli Mücadele'de tarafsızlığı söz konusu değildir. Türklerle İngilizler Anadolu'nun her yerinde savaştı. 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'e çıkmasını sağlayıp, Anadolu'nun içlerine ilerlemelerini bizzat İngilizler kararlaştırdı. Yunan çıkarması İngiliz subaylarının gözetim ve denetimi altında gerçekleştirildi. 22 Haziran 1922'de Yunan saldırısını hazırlamakla kalmadılar, fiili destek verdiler. Mudanya, Gemlik gibi Marmara sahili kasabaları Yunan-İngiliz ortak hareketiyle işgal edildi. Birazcık araştıranlar İngiliz askerlerinin bu şehirleri işgalinin fotoğraflarına hemen ulaşır. Akhisar, Kırkağaç, Soma, Salihli, Akşehir, Balıkesir gibi Ege şehir ve kasabaları İngiliz destekli Yunan birliklerince Haziran-Temmuz 1920'de işgal edildi. Bunlardan başka daha birçok Anadolu şehir ve kasabasını İngilizler işgal etti. Yunanistan bozguna uğradıktan sonra İngiltere tek başına Türkiye'ye karşı bir savaşı göze alamadı. Bunun sebepleri; 2.1.İngilizler İstanbul'u işgal ettikten sonra, direnişi kırmak için Türklere çok sert davrandı; uykudaki askerlerimizi bile şehit ettiler. Osmanlı Meclisi'ni basıp milletvekillerini yerlerde sürükleyerek götürdüler. Asker ve sivil 145 Türk aydınını tutuklayıp Akdeniz'in ortasındaki Malta adasına sürgün ettiler. Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, gibi yazar ve fikir adamları, Fahrettin Paşa, Ali Sabis Paşa gibi önemli asker ve devlet adamları sürgün edilenler arasında idi. İngilizlerin Malta'da 3 yıla yakın tuttuğu 145 sürgünden 15′i orada öldü. 20 Malta sürgünü tek veya topluca kaçmayı başardı. Malta sürgünleri Atatürk'ün gayretleri ile esir İngilizlere karşılık takas edilerek kurtarıldı. Kendilerini Afrika'nın bir sömürge ülkesinde zanneden şımarık İngilizlere karşı, binlerce yıldır devletler kurmuş, efendi bir millet olarak bağımsız yaşamaya alışmış Türkler, İstanbul'da yüzlerce direniş örgütü kurarak İngilizlerle mücadele etti. Yüzbaşı Bennet gibi Türklere kötü muamele eden küstahlara ceza verildi. Türkler ayrıca bütün baskılara rağmen yüzbinlerin katıldığı mitinglerle işgali protesto ederken, İstanbul'un ve Anadolu'nun Türklere ait olduğunu bütün dünyaya haykırdı. Bununla da kalmayarak, Milli Mücadele'yi malıyla, canıyla destekledi. İstanbul'un silâh depolarını boşaltarak Anadolu'ya kaçırdı. 2.2.İngiltere 1.Dünya savaşında 1 milyona yakın kayıp verdi. Askeri, maddî ve moral gücü yoktu. Bu nedenle ümitlerini Yunanistan'a bağladı. İngiliz kamuoyu yeni savaş istemedi. Atatürk'ün kazandığı zafer ve Irak'ta 31 Ağustos 1922'de Albay Özdemir Bey'in İngilizlere karşı kazandığı Derbent zaferi İngilizlerin yeni bir savaşı göze almalarına engel oldu. Kurtuluş Savaşı sırasında İrlanda, Mısır, Afganistan, Hindistan ve Irak'ta çıkan İngiliz karşıtı isyan ve bağımsızlık hareketleri de İngiltere'yi bu sömürgelerini elde tutmak için Anadolu'da bir maceraya girmekten alıkoymuştur. Atatürk'ün bu ülkelerdeki hareketleri desteklemesi ve İslam dünyasının da İstanbul'un işgaline tepkisi İngiltere'yi kaygılandırmıştır. (7) Zaten bütün bu yıllarda düşman olarak sadece Yunanlılarla savaşmış olsaydık, Lozan'da karşımızda yalnız Yunan Hükümeti olurdu. Barış anlaşmasında Türklerin karşısındaki en ciddi tarafın İngiltere ve Fransa olması da kimlerle savaştığımızı açıklamıyor mu? 2.3.İngilizlerin bir kurşun atmadan İstanbul'u Türklere teslim ettiği yalanını tarihçi Prof.Dr. Salahi R.Sonyel İngiliz arşivlerini de tarayarak hazırladığı " Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika' isimli ciddi, önemli çalışmasında belgelere dayanarak çürütmektedir. Eserde yazarın belgelere dayalı aşağıdaki satırları dikkat çekicidir; "9 Eylül 1922'de Türkler İzmir'e giriyorlar. Eylül ortalarına göre doğru tüm Anadolu Yunanlılardan kurtuluyor; böylece Yunanlıların Megali İdea'sı Misak-ı Millî'nin gücü önünde dize geliyordu. Bu büyük Türk zaferi Anadolu'nun her yanında kutlanırken, bir zamanlar Rum toplumunun refah içinde yaşadığı, ama şimdi Yunan ordusunca yıkılan veya tümüyle yakılan köylerin duman kokan yıkıntıları arasında, geride bırakılmış yaşlı Rum kadınları, ellerini göğe kaldırarak, İngiliz Başbakanı L. George'u " Kako hrono nahis Corci"(Sana lanet olsun Corci) çığlıklarıyla lânetliyordu." Mustafa Kemal, Türk ulusuna seslenen bir bildiriyle Türk zaferini şöyle kutluyordu: "Akdeniz askerlerimizin zafer teraneleriyle dalgalanıyor. Asya İmparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu kumandanlarıyla kumanda heyetleri günlerden beri TBMM Hükümetinin harp esiri bulunuyor… Büyük Türk milleti, …büyük zafer münhasıran senin eserindir…" "Türk zaferinin yankıları Türkiye'nin sınırlarını aşarak her tarafta yayılıyor; boyunduruk altında, sömürge hayatı yaşayan halkları etkiliyor; bu halklar şimdi Mustafa Kemal'e kendi kurtarıcıları gözüyle bakmağa başlıyorlardı." İslam'ın Hıristiyanlığa, Doğu'nun Batı'ya, Asya'nın Avrupa'ya ve Kemalist Türkiye'nin Emperyalist İngiltere'ye karşı kazandığı en büyük zafer" olarak kutluyorlardı." (8) İSTANBUL İŞGALDEN NASIL KURTULDU? Türklerin zaferi her şeyden evvel inançta düğümleniyordu. Tarihçi İlber Ortaylı'nın söylediği gibi: " Türkler yorucu Balkan ve 1.Dünya Savaşı'ndan sonra yenilgiyi kabul etmek ve düşmanlarının insafını beklemek veya direnmek arasında seçim yapmalıydı. Türkler bu seçimi yaptı, direndi." Tek tek İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Rum, Ermeni ve yerli işbirlikçilerle savaştı, yendi veya baskıyla saf dışı bıraktı. Türkler işgalde, tarihlerinin bu en kötü günlerinde, içerde hemen Hrısantos'ların karşısına İngiliz Kemal'leri, Hüsamettin Ertürk'leri, Ali Kemal'lerin karşısına Süleyman Nazif, Yahya Kemal, Halide Edip'leri, Mustafa Sabri'lerin karşısına, Mehmet Akif, Mehmet Rifat Börekçi'leri ve Damat Ferit'lerin karşısına Mustafa Kemal'leri çıkardı. 7'den 70'e mücadele ederek, dış düşmanlarını da yenerek, direnme ve bağımsız yaşama gücünü ortaya koydu ve içinde nasıl bir cevher sakladığını dünyaya gösterdi. Anadolu'nun, İstanbul'un işgalden kurtuluşu böyle gerçekleşti. 6 Ekim 1923 günü Türk ordusunu bağrına basan İstanbul Türkleri, bin bir çileyle, hak edilerek kazanılmış zaferi bayram coşkusuyla kutladı. Biz de bugün işgale direnen, mücadele eden vatanımızı, İstanbul'umuzu kurtaran atalarımızı saygıyla, şükranla, şehitlerimizi minnetle, rahmetle, hainleri lânetle hatırlıyoruz. Kaynakça; 1)İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, Timaş, İstanbul, 2013 2)Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, Atlas, İstanbul, 1980 3)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore, İletişim, İstanbul, 1984 4) Milli Mücadele Dönemi Beyannameleri ve Basını, (Hazırlayanlar) Zekâi Güner- Orhan Kabataş, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Merkezi Yayını Sayı: 33, Ankara, 1990, s. 218-223). 5)Samiha Ayverdi, Hâtıralarla Başbaşa, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1977 6)Ercüment Ekrem Talu, Kan ve İman, Kültür Turizm Bak. Yay.1994 7)Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İnkılâp, İstanbul, 2010 8)Salahi R.Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2003 Derleyen; HASAN DURGUT - YÜCE TÜRK MİLLETİ - (TCHKD) | ||
Posted: 12 Apr 2015 01:10 PM PDT İSTANBUL'UN İŞGALİNİ TAKİP EDEN DÖNEMDE TÜRK MİLLETİNİN EGEMENLİK HAKLARINI ELE ALMASINA YÖNELİK ÇALIŞMALAR DR. MEHMET ÖZDEMİR ÖZET Türk tarihinin en kritik safhalarından birisi hiç şüphesiz, asırlardır Osmanlı hanedanı tarafından kullanılan egemenlik haklarının padişahlardan alınarak fiilen millet adına bir meclis eliyle kullanılmaya başlanmasıdır. Tek kişinin egemenliğinden millet egemenliğine geçilmiştir. Bu geçiş Türk milletinin Kurtuluş Savaşı gibi varlık yokluk mücadelesi verdiği en buhranlı bir dönemde olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti Mondros ateşkes antlaşması ile savaşa son verdi. İtilaf Devletleri söz konusu anlaşmayı ileri sürerek Anadolu'nun bazı yerlerine, bu kapsamda İstanbul'a da asker çıkardılar. Osmanlı Devleti'ni çok sıkı olmayan bir denetim altına aldılar. Anadolu'da her geçen gün güçlenen Kuva-yı Milliye hareketleri ile İstanbul'da Meclis-i Mebusan'ın toplanarak önemli kararlar alması itilaf devletlerini daha etkin hareket etmeye zorladı. Türk milletinin kalıcı bir barış için gerekli gördüğü asgari şartları kapsayan Misak-ı Milli'nin ilan edilmesi İngiltere'nin barış için düşündüğü modeli (Sevr Antlaşması) riske atınca İngilizler 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'u tamamen işgal ettiler. Meclis-i Mebusan kendisini feshetti. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'un İşgal haberini veren ilk telgraftan sonra karşı karşıya bulunulan durumu ileri görüşlülüğüyle çok iyi değerlendirdi. Osmanlı Devleti sona ermişti. Hiç vakit kaybetmeden seri önlemler almaya başladı. İstanbul'un işgalinden hemen sonra alınan bu önlemler İstiklal Savaşı'nın sağlam temellerini oluşturmuş, bu temeller üzerinde bağımsız bir devlet ve modern bir toplum yükselmiştir. Alınan önlemler kapsamında; dış dünya ile haberleşme kesildi, İtilaf Devletlerinin Anadolu içlerine kuvvet sevk etmesi ihtimaline karşı Geyve Boğazında ve Ulukışla civarlarında demiryolları tahrip edildi, Anadolu'daki mali kaynaklar kontrol altına alındı. İşgal Türkiye'de bulunan bütün dış temsilcilikler nezdinde protesto edildi. Heyet-i Temsiliye Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa; devlet otoritesinin kalmadığını görerek olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplanmasını ve bütün yetkileri üzerine alarak tek merci haline gelmesini sağladı. 23 Nisan 1920'de toplanan Büyük Millet Meclisi'nin açılışı; Türk tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Türk milleti yönetimini her yönüyle ellerine bıraktığı meclisinin ve meclis başkanlığına seçtiği Mustafa Kemal Paşa'nın kararlarına göre hareket ederken her ne yapıyorsa bizzat kendisi ve geleceği için yaptığının farkına varmaya başladı. Artık açıkça ifade edilmese bile padişahın esir, vatanın işgal altında olduğu söylemleri arkasında devletin, padişahın devleti, vatanın padişahın mülkü olmadığı an-latılabilmeye ve halk tarafından anlaşılmaya başlandı. Milletin seçtiği temsilciler tarafından yönetilen vatanda millet egemenlik haklarını, temsilcileri eliyle fiilen kullanmaya başladı. Anahtar Kelimeler: Milli Egemenlik, Misak-ı Milli, İstanbul'un İşgali, Kuvay-ı Milliye, Büyük Millet Meclisi. ABSTRACT One of the most critical phases of the Turkish History is that the rights of sovereignty which governed by the Ottoman dynasty were taken from the Sultan and given to a parliment which would act for the people's benefit. This transition took place when the Turkish nation were having a serious life and death situation in Salvation War. Ottoman Empire who lost the World War I, ended the war by signing the Mondros Treaty. The Allied Powers, using the terms of the treaty, deployed their soldiers to İstanbul and same parts of the Anatolia. Thus, they took the Ottoman Empire under control which was not very stringent. The increasing activity of Kuva-yı Milliye in Anatolia and the important decisions were taken by the Meclis-i Mebusan in Istanbul, forced the Allied Powers to act effectively. When Misak-ı Milli, which covered the minimum requirements Turkish people seeked to have for continuous peace, was announced the Sevr Treaty which was thought to be the Peace model by the British was risked. Therefore, the British ocupied İstanbul on March 16,1920. Meclis-i Mebusan abolished itself. After the first telegram which informed about the occupation of Istanbul, Mustafa Kemal Pasha, evaluated the present situation with his strong sense of vision. The time of Ottoman empire ended, immediately, he took serious measures. The measures taken right after the occupation of Istanbul were the strong basis for the Salvation War and on these basis a modern and free country arised. The measures taken; communication with outside world was terminated, the railroads around Geyve Boğazı and Ulukışla were destroyed to prevent the Allied Powers sending forces deep into Anatolia, and the financial reserves in Anatolia were taken under control. Because of the occupation, a formal complaint was given to the representative of the other countries. Mustafa Kemal Pasha as the president of Heyet-i Temsiliye; knowing that the state has no authority, organised an Assembly with extraordinary powers in Ankara which later became the only authority in ruling the nation The opening of The Grand Turkish National Assembly has been an important turning point in the Turkish History. Turkish people who left their ruling in every aspect to the parliement and the president Mustafa Kemal Pasha it chose, began to understand whatever they were doing for themselves and for their future. Even though, it was not obviously stated then, that the Sultan was captured and the state and the country were not Sultan's anymore was began to be understood by the people. The people started use its sovereignty rights actively through the parliement it chose to be represented. Key Words: National Sovereignity, National Pact of 1920, The occupation of Istanbul, The National Force, Grand National Assembly. Giriş Türk tarihinin en kritik safhalarından birisi hiç şüphesiz, asırlardır Osmanlı hanedanı tarafından kullanılan egemenlik haklarının padişahlardan alınarak fiilen millet adına bir meclis eliyle kullanılmaya başlanmasıdır. Tek kişinin egemenliğinden millet egemenliğine geçilmiştir. Bu geçiş Türk milletinin Kurtuluş Savaşı gibi varlık yokluk mücadelesi verdiği en buhranlı bir dönemde olmuştur. Bilindiği gibi egemenlik; yasama, yürütme, yargı erkinin kullanılmasıdır. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti, uygulamada egemenlik haklarını sınırlayabilecek bir ateşkes antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Ateşkes antlaşmasına göre orduda terhislerin başlaması üzerine tehlikeli gidişi gören Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'a gelerek önleyici tedbirler alınması için hükümet nezdinde bazı girişimlerde bulundu. Padişah dahil diğer devlet yetkilileriyle görüşmeler yaptı. Millet yararına olumlu herhangi bir netice alınmasının; padişah ve hükümetiyle mümkün olmayacağını gördü. Mücadelenin milli bir teşkilata dayandırılarak Anadolu'da yapılması gerektiği kanaatine vardı. Asırlarca milli politikalardan uzak, ümmet esasına dayalı bir yapıya alışmış, aydınlarının bazılarının "Millet Meclisi" tabirini yeni duyduğu1 bir toplumda milli bir teşkilat kurmak ve kurtuluş mücadelesini bu teşkilata dayandırarak gerçekleştirmek gerekiyordu. Toplumun milli ve modern esaslara göre yeniden teşkilatlandırılması esnasında; yapılmak isteneni anlamayan aydınların itirazları ve ayrılmalarının olabileceği gibi, halkın da isyanlara kalkışması durumunda işin toplumsal parçalanmalara kadar varması ihtimali vardı. Böylesine nazik bir ortamda Kurtuluş Savaşı'nı zafere taşıyan; Mustafa Kemal Paşa'nın dikkatli, ustaca ve dahiyane liderliği olmuştur. Özellikle İstanbul'un işgalinden sonra padişahın egemenlik haklarını hür iradesiyle kullanma imkanının kalmadığını halka anlatmak kolaylaşmış, milletin kurtuluşunun milletin kendi iradesi ile ve milli bir teşkilata dayandırılarak gerçekleştirilebileceği anlaşılabilir ve anlatılabilir bir hal aldığından müteakip siyasetin bu esaslara göre yürütülmesine imkan bulunmuştur. İSTANBUL'UN İŞGALİ İstanbul'un işgali Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktalarından birini teşkil eder. Mondros ateşkes antlaşmasından sonra İtilaf Devletleri söz konusu anlaşmayı ileri sürerek Anadolu'nun bazı yerlerine, bu kapsamda İstanbul'a da asker çıkardılar. İstanbul'un önemli ve stratejik noktaları daha çok Fransız askerler tarafından kontrol altına alındı. Bununla beraber idareye el konulmamıştı. Her türlü idari faaliyet Türk memurlar tarafından yürütülmekte idi. İtilaf Devletleri tarafından şimdilik idarenin uzaktan denetim altında tutulması tercih edilmiş görünüyordu. Mütareke yılarında neticeleri itibariyle iki önemli olay cereyan etmiştir. Bunlardan biri; Anadolu'daki Kuva-yı Milliye hareketi, diğeri ise; İstanbul'da Meclis-i Mebusan'ın toplanmasıdır. Her ikisi de İngiliz siyasetinin uygun bulmadığı, netice itibariyle İngiliz menfaatleriyle çeliştiği gelişmelerdi. Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa'nın teşvikiyle ve bilahare Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra bizzat liderliğinde Müdafaa-yı Hukuk-ı Milliye cemiyetleri kuruldu. Bunların kontrolünde Kuva-yı Milliye adı altında mahalli olarak ortaya çıkan milis güçler başlangıçta yerel faaliyetler içerisinde, kendi bölgelerinde düşman ilerlemesine karşı örgütlenirken daha sonra Mustafa Kemal Paşa'nın birleştirici önlem ve direktifleri ile cephe oluşturdular. Özellikle batıda Yunan ilerlemesine karşı etkinlik kazandılar. Diğer taraftan; Mustafa Kemal Paşa'nın Müdafaa-yı Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla İstanbul hükümetine yaptığı baskılar neticesinde, daha önce kapatılmış bulunan Meclis-i Mebusan tekrar toplanmaya mecbur edildi. Ateşkes antlaşması esnasında fiilen elde kalan sınırlar içerisinde yapılan seçimler ile belirlenen mebuslar İstanbul'da toplandı. Meclis-i Mebusan'ın toplanmasından sonra aldığı en önemli karar Misak-ı Milli'nin ilan edilmesi oldu. Misak-ı Milli; Türk milletinin kalıcı bir barış için gerekli gördüğü asgari şartları ilan ediyordu. Bu şartlar ise İngiltere'yi memnun etmemiş, barış için düşündüğü modeli (Sevr Antlaşması) riske atmıştı. Bu kabil gelişmeleri derhal önlemek düşüncesiyle harekete geçen İngilizler ilk olarak; o güne kadar kıyıda, gemilerde tuttuğu askerlerini 16 Mart 1920 günü sabahın erken saatlerinde karaya çıkartarak telgraf merkezleri, postaneler, Harbiye Nezareti gibi önemli gördüğü yerleri kontrol altına aldılar. Bazı mebuslar tutuklandı. Mecliste her an yeni tutuklamaların olabileceği ihtimali çalışma ortamını ortadan kaldırdı. Meclis-i Mebusan; devletin bağımsızlığının tehdit altında olduğunu, bu baskılar altında çalışmalarını sürdüremeyeceğini bir beyanname ile yayımlayarak kendisini feshetti. İŞGALE İLK TEPKİLER İstanbul'un işgal edilerek hükümetin işleyişine İtilaf Devletleri tarafından el konulabileceği hususu, Mustafa Kemal Paşa tarafından daha Mebusan Meclisi'nin toplanacağı yer ile ilgili tartışmalar esnasında önceden görülmüş, dolayısıyla memleketin kurtuluşu için meclisin Ankara'da toplanmasının gereği üzerinde durulmuştu.2 Hatta gelişmeleri çok iyi tahlil eden Mustafa Kemal Paşa; fiili işgalden bir hafta önce İstanbul'un işgal edileceğine ve mebusların tutuklanabileceğine dair haberler alınca, önlem olarak özellikle hükümet işlerinde tecrübesi olan mebusların Ankara'ya gelmelerinin uygun olacağını bildirmişti.3 İstanbul'un işgali; saat 09.00'da başladı.4 İtilaf devletleri temsilcileri İstanbul'u işgal etmekte olduklarına dair ilk bilgileri Sadrazam'a saat 09.40'da, Padişah'a 10.15'de haber verdiler. Sadrazam için haberin tam bir sürpriz etkisi yaptığı ve şaşkınlıkla karşılandığı, Padişah'ın ise soğukkanlı davrandığı, neticede her ikisinin de teslimiyetçi bir hava içerisinde olayı kabul ettikleri bilinmektedir.5 İşgal haberini Ankara'ya ilk olarak bir telgraf memuru ulaştırdı. Postanelere el konulduğunu, Telgraf hatlarının kesildiğini, Harbiye Nezaretinin işgal edildiğini bildirdi. İstanbul'daki Telgraf memurunun kritik bir zamanda bilgilendirilmesi gereken makam olarak Heyet-i Temsiliye'yi bulması çok manidardır. Bu bir bakıma Heyet-i Temsiliye'nin ülkedeki etkinliğini göstermektedir. Ancak; Mustafa Kemal Paşa bir taraftan telgraf memurunu hamiyetli ve cesur olarak nitelendirirken diğer taraftan da "İstanbul'da bulunan nazır, mebus, kumandan, teşkilatımız mensuplarından bir zat çıkıp da vaktiyle bize haber vermeyi düşünmedi" demek suretiyle sitemde bulunur.6 Mustafa Kemal Paşa İstanbul'un İşgal haberini veren ilk telgraftan sonra karşı karşıya bulunulan durumu ileri görüşlülüğüyle çok iyi değerlendirdi. Hiç vakit kaybetmeden seri önlemler almaya başladı. İstanbul'un işgalinden hemen sonra alınan bu önlemler İstiklal Savaşı'nın sağlam temellerini oluşturmuş, bu temeller üzerinde bağımsız bir devlet ve modem bir toplum yükselmiştir. İstanbul'un işgali ile ilgili haberleri telgrafhanede makine başında Ali Fuat Paşa ile birlikte takip eden Mustafa Kemal Paşa'nın ilk tepkisi "İngilizlerin böyle bir gaflet irtikap edeceklerini asla tahmin etmezdim. Bize, bundan büyük hizmet yapamazlardı. Şimdi artık, Meclisi Ankara'da toplayabilir ve yeni devletin temellerini atabiliriz."7 demek oldu. Mustafa Kemal Paşa ilk iş olarak, işgali haber veren telgrafı derhal ve aynen Kolordulara çektirdi.8 Daha sonra gelen haberleri de değerlendirerek bütün Vali ve Mutasarrıflara çektiği telgrafta; "İşgalin seyrini kısaca özetledikten sonra, Heyet-i Temsiliye'nin olayları takip ettiğini, gelişen durumlara göre alınacak tedbirlerin bildirileceğini, kişisel girişimlerde bulunulmamasını, vatanın milletçe alınan tedbirlerle savunulması gerektiğini" bildirdi.9 "Heyet-i Temsiliye Namına Mustafa Kemal" imzasıyla peş peşe telgraflar çekilmeye devam etti. Mülki ve askeri makamlara çekilen telgraflarda uygulanması gereken tedbirler bildiriliyordu. HABERLEŞME KONUSUNDA ALINAN TEDBİRLER Mustafa Kemal Paşa; işgal altında bulunan Harbiye Nezaretinden gelebilecek emir ve talimatlar konusunda 14 ncü Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşayı uyardı.10 Zira Harbiye Nezareti Anadolu'daki birliklere ulaştırmak istediği emirleri Anadolu'daki kumandanların en kıdemlisi olan Yusuf İzzet Paşa vasıtasıyla ulaştırmak isteyebilirdi. Milli menfaatlere uygun olmayan emirlerin diğer kolordulara ulaştırılmaması önemliydi. Karışıklığa yol açmamak ve muhtemel tahrikler ile yanlış yönlendirmelere karşı önlem almak maksadıyla; Anadolu'daki bütün mülki ve askeri makamlar ile Müdafaa-yı Hukuk teşkilatlarına 16 Mart 1920'de çekilen bir telgrafta, "Bir müddet için dost olsun, düşman olsun, bütün dış dünya ile resmi bağlantılar geçici olarak kesilmiştir."1' denilmektedir. 16 mart 1920 akşamı çekilen bir telgraf ile; "Kolordu bölgelerinde valilik ve mutasarrıflıklarla müşterek hareket edilerek; telgraf merkezlerine birer subay veya memur görevlendirilerek kontrol altında bulundurulması, sınırlardan giren veya gerek görülen diğer şahısların incelemeye alınarak şüpheli olanların takip edilmesi, postanelerde şüpheli bulunan mektupların açılması" talimatı verildi.12 İtilaf Devletlerinin işgal ettiği postanelerden ülke çapında resmi duyurularda bulunma girişiminde bulunmaları üzerine;13 "bütün kurum ve kuruluşlara çekilen telgrafla, yanlış hareketlere meydan verilmemesi için bu gibi yayımlara kesinlikle önem verilmemesi gerektiği, durumu yakından takip eden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti'nin gelişmeler hakkında milleti doğru bilgilerle aydınlatacağı"14 duyuruldu. 17 Mart 1920 günü saat 18.00'da çekilen bir telgrafla; "Heyet-i Temsiliye'nin bilgisi dışında ve izni olmadan İstanbul ile her türlü resmi haberleşme yasaklandı.15 Hemen arkasından çekilen bir diğer telgrafla ise, Anadolu'dan İstanbul'a ve İstanbul'dan Anadolu'ya haber alış verişinde bulunmanın casusluk kabul edileceği ve tespit edilenlerin derhal cezalandırılacağı" bütün makam ve kuruluşlara duyuruldu.16 İstanbul ile haberleşmenin yasaklanmasına rağmen Anadolu'daki bazı makam sahiplerinin bilgi alışverişine devam ettikleri görüldü. Heyet-i Temsiliye bu konuda gerekli tedbirleri aldı. Talimatlara uymakta tereddüt gösterenlere gerekli ikazları incelikle yaparak kopmalara meydan vermeden sorunları halletti.17 İDARÎ TEDBİRLER İşgalden sonra İstanbul ile her türlü resmi muhaberenin kesilmesi, Anadolu ile İstanbul'un idari bağlarının da koparılması anlamına geliyordu. İşgal altından kurtulma mücadelesi; Anadolu'daki ekonomik, askeri, toplumsal kaynaklara dayandırılacaktı. Milli Mücadeleye dayanak olacak bölgenin kargaşa içine yuvarlanmaması önemli idi. O nedenle bir seri idari tedbirler alındı. Bu kapsamda yapılan ilk iş; Anadolu'da Heyet-i Temsiliye'nin idareyi ele aldığının duyurulması oldu. Şöyle deniliyordu:" Vaziyet-i haziranın icabatına (mevcut durumun gereklerine) ve tahaddüs edecek ahval ve ve-kaiye (ortaya çıkacak olayların gelişmesine) göre milletçe müttehiden (birlikte) ittihazı zaruri (gerekli) olan tedabirin (tedbirlerin) temini için bilumum vilayat-ı umumiyede (bütün vilayetlerde) rüesa-yı memurin-i mülkiye ve askeriyenin (yetkili askeri ve mülki memurların )Heyet-i Tem-siliye ile muhafaza-yı irtibat buyurmaları (bağlarını sürdürmeleri) ricasını bir vazife-i vataniye addederiz."18 Aynı telgrafın devamında; İçinde bulunulan durumun mevcut ve yürürlükteki kanunların uygulanmasına mani olmadığı, kanunların haricinde hiçbir uygulamanın yapılmaması hatta, kanunlara her zamankinden daha çok itaatkar olunması gerektiği bildirildi. İşgalin olduğu aynı gün çekilen telgraflardan birisi de; halkın güvenliği ve asayişin bozulmaması ile ilgiliydi. Telgrafta; "İçinde bulunulan günlerde bilhassa Hıristiyan halka insani muamele gösterilmesi, vatan menfaatlerine ters düşen hareketlere girişenlere din ve milliyetine bakılmaksızın kanuni cezai hükümlerin uygulanması, mevcut mahalli idareye itaat edenlere şefkatle muamele edilmesi"19 duyuruldu. GÜVENLİK TEDBİRLERİ Heyet-i Temsiliye olarak yapılan icraatları kolordu komutanlar ile istişare etmeyi ihtiyat haline getiren Mustafa Kemal Paşa; İstanbu'un işgalli üzerine; İtilaf devletlerinin Anadolu içlerine kuvvet sevk etmesi ihtimaline karşı Geyve Boğazında ve Ulukışla civarlarında demiryollarının tahri edilmesi konusunda ortaya çıkan bazı farklı görüşlere rağmen20 bunların tahribi için emirler verdi. Bu konudaki Telgrafında "Eğer demiryoluna hemen el koyamazsak işgal altında bulunan Aydın bölgesindeki Kuva-yı Milliye ve 12 nci Kolordu'ya, kuzeyden İngilizlerin, güneyden Yunanlıların saldırılarına maruz kalma ihtimali olan 14 ncü Kolordu'ya yardımlarımız gecikecektir. Bu gün milletin kaderi Geyve Boğazında demiryolunu tahrip ederek Anadolu'daki demiryollarına süratle el konmasına bağlıdır" deniliyordu.21 Ayrıca; yine güvenlik gerekçesiyle Eskişehir, Afyonkarahisar ve Geyve Boğazında bulunan az miktardaki İtilaf Devletleri askerlerinin silahlarının alınarak etkisiz hale getirilmesini ve Anadolu'ya dağılmış olan subaylarının tutuklanmasını emretti.22 MALİ TEDBİRLER İstanbul ile her türlü irtibatı kesen ve idareye el koyan Heyet-i Tem-siliye; Anadolu'daki mali kaynakları da kontrolüne aldı. Bu maksatla yayınlanan genelgede; "Osmanlı ve Ziraat Bankaları ile Düyun-ı Umumiye ve Tekel idarelerinin, nakit ve mal varlıklarını mahallin en büyük mülkiye ve maliye amirine bildirmeleri, para ve mal çıkaracakları zaman, mahallin en büyük mülkiye ve maliye amirlerince kontrol edilerek üst makamlara bilgi verilmesi, İstanbul ile irtibatlarının kesilmesi ve İstanbul'a para ve mal şevki yapılmaması, ellerindeki meblağın toplam miktarlarının bildirilmesi" istendi.23 TANITIM, PROPAGANDA VE KARŞI PROPAGANDA Heyet-i Temsiliye tarafından bütün Müdafaa-yı Hukuk cemiyetlerineçekilen bir telgrafta "Girişilen mücadelenin kutsallık ve haklılığının en aşağı halk tabakasına kadar duyurulması" isteniyordu. Çünkü; "Milli Mücadelede başarının en önemli şartı, bütün milletin yek vücut olarak yaşama ve bağımsızlığını savunmaya hazır olmasına bağlıydı" Bundan dolayı; "Bir taraftan milleti düşünce ve eylem birliğine sevk edecek şekilde mücadelenin kutsallık ve haklılığı halka anlatılırken diğer taraftan; mülki ve askeri makamların birlikte hareket etmeleri gerekmekte idi"24 İtilaf Devletleri, telgrafhaneleri işgal ettikten sora; Türk milletine işgali makul göstermek ve akılları karıştırarak büyük tepki vermelerini önlemek maksadıyla beyanname yayınlamak istediler. Bunu haber alan Mustafa Kemal Paşa yayınladığı bir beyanname ile "işgalci devletlerin resmi duyuru adı altında beyannameler yayınlayacaklarının haber alındığını, milleti yanıltma ve gerçek duruma ters hareket ve heyecanlara meydan vermemek için bu gibi duyurulara itibar edilmemesini, gerçeklerin Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerince halka duyurulacağını" bildirdi.25 Mustafa Kemal Paşa işgalin gerçekleştiği gün olayı Türkiye'de bulunan bütün dış temsilcilikler nezdinde protesto etti. "İşgalin; medeni esaslara, uluslar arası hukuka, ve antlaşmalara aykırı olarak, hile ile, Türk milletine silahlarını bıraktırdıktan sonra gerçekleştirildiğini" vurguladı.26 Ayrıca; bütün vali ve kumandanlıklara çekilen bir telgrafla; İstanbul'un işgalinin cebren ve mütarekeye göre milletin silahları toplandıktan sonra hile ile yapıldığını vurgulayan mitingler yapılmasını, mitinglerin sonunda da İtilaf devletleri temsilcilerine ve meclis başkanlıklarına, tarafsız devletlerin dışişleri bakanlıklarına, protesto mesajları gönderilmesini istedi.27 Bu duyurudan sonra ülkede birçok yerlerde işgali protesto ve milli birlik, beraberliğe çağrı mitingleri yapıldı. Mitinglerin sonunda yabancı tem-silciliklere protesto mesajları çekildi. Çekilen bu mesajlardan birer suret de, Heyet-i Temsiliye'ye gönderildi.28 İşgalin ilk günü; olayların Heyet-i Temsiliye'ce takip edildiği, edinilen gerçek bilgilerle milletin aydınlatılacağı bir bildiri ile duyurulmuştu. Türk milletini aydınlatmak üzere Heyet-i Temsiliye'ce yayınlanan bir beyannamede; İstanbul'un işgaline kadar gelişen olaylar özetlenerek, İtilaf Devletlerince, milli birliği sarsacak bir çok oyunlar oynandığı, milletin güç ve dayanışmasıyla bu oyunların bozulduğu, bunun üzerine İstanbul'un işgali ile Osmanlı Devleti'ne son verildiği, Türk milletinin bu gün hayat hakkını, bağımsızlığını, geleceğini savunmak durumunda kaldığı, bunu da başaracak güçte olduğu.29 vurgulandı. Ayrıca; İslam alemine de bir beyanname yayınlanarak, hilafet merkezinin işgal edildiği ve Müslümanların manevi destekle yardımcı olmaları istendi.30 TBMM'NİN AÇILMASI İstanbulu'un işgalini müteakip, mebusların tutuklanması ve meclisin kendini feshetmesi ile devletin yasama, yürütme ve yargı'dan oluşan üç temel unsurundan yasama organı ortadan kalkmış bulunuyordu. Bu durum; o zaman geçerli olan 1908 anayasasına göre devletin olmaması anlamına geliyordu. Esasen; işgal altındaki devletin, bağımsız ve milli menfaatleri takip eden bir devlet olarak varlığı kabul edilemezdi. Mustafa Kemal Paşa; daha İstanbul'un işgali ile ilgili ilk telgrafı alır almaz Osmanlı devletinin sona erdiğini görmüş, milletin birlik ve beraberlik içinde kurtuluşunu sağlayacak bir teşkilatın ilk adımı olarak, Ankara'da bir "Millet Meclisi" toplayacağız demişti. Ancak bu meclisin nitelikleri, toplanma zamanı, yeri, üyeleri ve seçimlerinin nasıl yapılacağı gibi önemli ve çözümlenmesi gereken sorunlar vardı. Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa31 işgalin hemen ertesi günü Ankara'da bir Millet Meclisi'nin toplanması konusunda hazırladığı projeyi görüşlerini almak üzere kolordu komutanlarına ve valilere bildirdi. Buna göre; İstanbul'un işgalinden sonra Kanunuesasiye göre Osmanlı Dev-leti'nin sona erdiğini, İstanbul ile irtibatı kesilen Anadolu'da uygulanması gereken idare şeklinin, böyle durumlarda diğer milletlerin de yaptığı gibi bir kurucu meclis eliyle tespitinin gerektiğini, kurtuluş mücadelesini de yürütecek bu meclisin aşağıdaki esaslar dahilinde toplanacağını, belirtilen esasların uygun bulunup bulunmadığının veya değiştirilmesi gerekenlerin bildirilmesini istiyordu. Önemli esaslar şunlardı: Kurucu meclis Ankara'da toplanacak, Seçimlerde Livalar32 esas alınacak, Gayri müslimler seçimlere katılmayacak, Her livadan 5 üye seçilecek, Seçimleri; livaların idare ve belediye meclisleri ile Müdafaa-yı Hukuk Heyet-i Merkeziyeleri aynı günde ve aynı oturumda yapacaklar, Üyeliğe her parti, zümre ve cemiyet aday gösterebileceği gibi kişiler de bağımsız olarak adaylığını koyabileceklerdir.33 Meclisin açılması ile ilgili olarak hazırlanan bu proje hakkındaki görüşlerini Sivas'ta 3 ncü Kolordu Komutanı Albay Selahattin ve Vali Reşit Beyler ortak imza ile bildirdiler. Görüşlerin içeriğinde; "Bu günkü durumda devlet işlerinin yürütülmesi için yasama görevini yapacak olağan üstü bir meclise ihtiyaç vardır. Ancak halkın önüne yeni bir isimle (kurucu meclis) çıkmak, şahsi hükümet kurma dedikodusu çıkaracaktır. (Kurucu Meclis toplanması) Teklifinizdeki amaç olan, devletin genel durumunda esaslı değişiklik yapılması ve yeni esasların konulması gerekli ise de; bunu halk ne anlayabilir, ne de taraftar olabilir. Halkın alıştığı şekil mevcut teşkilattır. Bunun devam ettirilmesi suretiyle durumu idareye ihtiyaç vardır ve değişiklikten söz etmek tehlikelidir… Kurucu meclis namı altında memlekette seçim icrasına ne milletin zihniyeti müsaittir, ne de bu işi anlayacak zihniyetle memleketlerinden ayrılıp oraya gelebilecek kimse bulunabilir Halk, Meclis-i Mebusanı bilir. Heyet-i Temsiliyelere alışıktır. Yeni bir meclis34 açılıncaya kadar, genişletilen Heyet-i Temsiliyeler ve toplanması teklif edilen genel meclis ile, her tarafta uygulanabilir esaslar gözetilerek memleket pek güzel idare edilebilir."35 denilmekte idi. Aynı imzalarla çekilen ayrı bir telgrafta; Mevcut ve geçerli kanunlara göre seçimlerin yapılma şekli üzerinde duruluyor ve ilave teklifler sunuluyordu. Buna göre; "Gerekli düzenlemeler yapılarak Mebusan meclisi seçimlerinde oy kullanan ikinci seçmenler (Müntehib-i sani) vasıtasıyla seçimlerin yapılması, seçimlerin hukukiliğini sağlar. Belediye ve İdare meclisi ile Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetlerinin seçimleri yapması durumunda, seçime aydınlar katılıyor gibi görünse de hukukiliği bizce bilinmemektedir. Belediye ve İdare meclislerince yapılan seçimlerde, millete ait oylar milleti tam olarak temsil etmekten uzaktır. (Müntehib-i Saniler ile) milletin yaptığı seçimlerin daha kuvvetli olduğu muhakkaktır"36 denilmekte idi. Mustafa Kemal Paşa verdiği cevapta; "Meclis-i Mebusan'ın; çoğunluğu teşkil edecek şekilde toplanması halinde bile, Ayan üyeleri olmadıkça yasama yetkisini kullanamayacağını, mebusların zorla uzaklaştırılmaları veya tutuklanmaları onların mebusluğunu düşürmeyeceği ve mebus kaldıkları sürece de müntehib-i sanilerin yeniden mebus seçimi yapamayacaklarını, ancak bunların livalarda seçim yapacak kurullara dahil edilerek seçimlere iştirak ettirilebileceklerini, her tarafta başlaması muhtemel olan münferit hareketlerin ve şahsi düşüncelerin anarşiye yol açacağından daha fazla zaman kaybedilmemesi için idare ve belediye meclisleriyle Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetlerince seçimlerin yapılmasından başka çare olmadığını, Hristiyan'ların oy kullanamayacaklarına dair kaydın metinden çıkarılmasının uygun olduğunu, mevcut kanunların uygulanması, eski idare şeklinin devam ettirilmesi ve memlekette idare birliğinin temini ile icabında olağan üstü tedbirlerin alınabilmesi için yasama yetkisini milletten alan bir kurula ihtiyaç olduğunu ve o kurulun kurucu meclis olacağını"'17 bildiriyordu. Her türlü yazışmayı geri bırakarak 2 gün süren38 makine başı görüşmeleri neticesinde; Ankara'da meclisin toplanması konusunda üzerinde mutabakat sağlanan bildiri 19 Mart 1920'de yayımlandı. Bildiride yer alan önemli hususlar şunlardı: "Hilafet ve Saltanat merkezi olan İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilerek devletin yasama, yürütme ve yargı erki uygulanamaz olmuş ve bu durumda görev yapamayacağını hükümete bildiren Mebusan Meclisi dağılmıştır. Bu durumda Halifelik ve Saltanatın bağımsızlığı ve Osmanlı Devleti'nin kurtarılması için gerekli tedbirleri araştırmak ve uygulamak üzere millet tarafından olağan üstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplantıya daveti ve dağılmış olan Mebusan'dan Ankara'ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları gerekli görülmüştür. Bu kapsamda aşağıda belirtilen esaslara göre seçimler yapılacaktır. Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis, millet işlerini idare ve denetlemek üzere toplanacaktır. Bu meclise üye olarak seçilecek kişiler Mebusan hakkındaki kanuni şartlara tabidirler. Seçimlerde Livalar esas alınacaktır. Her livadan 5 üye seçilecektir. Seçimler; her Liva kazalarından gelen müntehib-i sanilerinden (ikinci seçmen) merkez Liva müntehib-i sanilerinden ve Liva idare ve belediye meclisleriyle Liva Müdafaa-yı Hukuk idare kurullarından oluşan bir meclis tarafından aynı günde ve aynı oturumda icra edilecektir. Meclis üyeliğine her parti, grup ve dernek tarafından aday gösterilebileceği gibi her şahsın da bu kutsal mücadeleye fiilen katılması için bağımsız adaylığını istediği yerden koymaya hakkı vardır. Seçimlere her mahallin en büyük mülkiye amiri başkanlık edecek ve seçimin sağlıklı yapılmasından sorumlu olacaktır. Seçimler; Meclisin Ankara'da 15 gün içinde toplanmasını mümkün kılacak şekilde tamamlanarak üyelerin gönderilmesi sağlanacaktır." Bu maddeleri seçimle ilgili diğer idari maddeler takip ediyordu.39 Yayınlanan beyannamede Sivas (3 ncü Kolordu Komutanlığı) ve Erzurum'dan (15 nci Kolordu Komutanlığı) gelen ikazlar40 dikkate alınarak "Kurucu Meclis" tabiri "Olağan üstü yetkilere sahip meclis" olarak değiştirilmiş, gayri müslimlerin (Hristiyanların) oy kullanmaması hususu metinden çıkartılmıştı. Seçimler bazı karasızlık gösteren seçim bölgeleri dışında süratle yapılarak seçilen millet vekilleri Ankara'ya hareket ettiler. Kararsızlık halkta değil yöneticilerde idi. Halk gerçeği anlar anlamaz milletin ortak isteğine katılmakta hiç tereddüt etmemişti. Nitekim; Kararsızlık gösteren Dersim, Malatya, Elazığ, Konya, Diyarbakır, Trabzon gibi bölgelerin milletvekilleri de daha sonra meclise katıldılar.41 Meclisin açılmasına bir kaç gün kalırken: çalışmaları bu safhaya kadar getiren Mustafa Kemal Paşa'yı endişelendiren iki husus vardı. Bir tarafta Ankara'ya kadar genişleme istidadı gösteren isyanlar, diğer tarafta Ankara'da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerinin, durumu öğrendikçe dehşete düşerek meclisin toplanmadan dağılmasına yol açabilecek olma ihtimali.42 Bu konularda uygun tedbirler alındı. Milletvekilleri ile daha seçim bölgelerinden ayrılmadan önce telgrafla temaslar kurularak onların üzüntülerinin giderilmesine, maneviyatlarının yükseltilmesine yarayacak bilgiler verildi.43 Mevcut tehdit ve endişeler nedeniyle meclisin bir an önce açılması gerekiyordu. Açılma tarihi 23 Nisan 1920 olarak belirlendi. Meclisin açılışını bildiren beyannamede; "Tanrının lütfuyla Nisanın 23'ncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil bütün makamlarla bütün milletin tek merciinin Büyük Millet Meclisi olacağı bilgilerinize sunulur."44 denilmekte idi. 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisinin açılışı; Türk tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Büyük Millet Meclisi açıldığı andan itibaren yasama, yürütme ve yargı erkini kullanma yetkilerini elinde toplayarak millet adına uygulayacağı yönetim kademelerinin en üst mercii olduğunu ilan etti. Binlerce yıllık tarihi geleneği içerisinde saltanatla yönetilen Türk milleti; ender rastlanan bir talih eseri olarak ileri görüşlü liderini buldu. Büyük liderin önderliğiyle tarihin akışı içerisinde yakaladığı uygun şartları iyi değerlendirerek hem kurtuluşunu sağladı, hem de egemenlik haklarını bizzat kendi eline aldı. SONUÇ Sivas Kongresi'nde alınan kararların uygulanması ve takibi maksadıyla teşkil edilen Heyet-i Temsiliye, bu kongrenin önemli kararlarından birisi olan Mebusan Meclisi'nin toplanmasını sağlamak için bütün yurtta kamu oyu oluşturarak baskı yapmış ve meclisin toplanmasını da temin etmişti. İlk başlarda meclisin hür bir ortamda tamamen milli menfaatlere göre çalışmaya başlaması, Misak-ı Milli gibi önemli kararları millet adına alması Heyet-i Temsiliye'nin gerekliliğini tartışılır bir hale getirmişti. "Milletin meselelerini onun tarafından seçilen Mebusan Meclisi yürütebilir. O halde Heyet-i Temsiliye görevini tamamlamıştır" düşünceleri dile getirilmeye başladı. Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye ve Kuva-yı Milliye'nin faaliyete devamı konusundaki fikirleri kontrol maksadıyla Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşalara yazdığı telgrafta; "Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti tüzüğünün son maddesi gereği, cemiyetin çalışması ile ilgili son kararı verecek kongrenin yapılması Meclis-i Mebusan'ın güvenlik içinde ve tam hürriyetle yasama yetkisini kullandığının meclisçe teyit edilmesine bağlıdır. Halen; Heyet-i Temsiliye'nin barış sağlanıncaya kadar çalışmasını sürdürmesi arkadaşların ısrarıyla kabul edilmiştir. Ancak; son zamanlarda kamuoyunda teşkilat-ı milliye aleyhine oluşturulan görüşler Heyet-i Temsiliye'yi zor duruma düşürmektedir. Hükümetin bu konudaki görüşünün açıklanması gerekmektedir. Ayrıca mecliste konu tartışılarak bir karara varılmalıdır. Milli teşkilat ve Kuva-yı Milliye'nin imhası tercih olunduğu takdirde hükümetçe İzmir, Maraş vs. cephelerde gerekli tedbirler alınmalıdır."45 deniliyordu. Bu telgrafa Kazım Karabekir Paşa verdiği cevapta; "İstanbul'da Meclis-i Milli'de ortaya çıkan akıma karşı, Heyet-i Temsiliye'nin ve Kuvayı Milliye'nin ters ve karşı vaziyet almasını uygun bulmuyorum. Milli Meclis, Heyet-i Temsiliye'nin ve Kuva-yı Milliye'nin devamına gerek görmezse Heyet-i Temsiliye'nin çalışmalarına son vermesini ister. Bu onun yetkileri içerisindedir. Fakat meclisin böyle bir sorumluluğu üzerine alarak; şu andaki durumu ve geleceğinin emniyet içerisinde olduğunu ilan etmesi şüphelidir. Böyle bir kararın alınması ve Heyet-i Temsiliye'nin dağıtılmasından sonra durum ve hareket tarzımız zuhurata (olayların akışına) bağlı olur."46 demişti. Heyet-i Temsiliye'nin faaliyelerine devam edip etmemesine dair tartışmalar İstanbul'un işgalinden ve meclisin basılarak mebusların tutuklanmasından yaklaşık 20 gün önce yapılıyordu. İçinde bulundukları zamanın şartlarını iyi değerlendiremeyen kimseler, Heyet-i Temsiliye'nin çalışmalarını sona erdirmesi konusunda haberler yayarken, Mustafa Kemal Paşa; "Biz olayların akışına boyun eğmek tevekkülü içerisinde olamazdık. Tam aksine olayların ne olabileceğini zuhurundan önce keşif ve anlayarak karşı tedbirleri almak ve tereddütsüz uygulamak taraftarı idik"47 diyor ve vatanın kurtarılması için Heyet-i Temsiliye'nin çalışmalarının devamına ihtiyaç olduğuna inanıyordu.48 Bu inançla o günlerde bütün teşkilata çektiği telgrafta; "Avrupa tarafından barış şartlarının lehimize değişmekte olduğu ve hayat hakkımız ve bağımsızlığımızın onaylanmak üzere bulunduğuna dair her taraftan tebrik ve teşekkür telgrafları almaktayız. Milletimizin azim ve sebatı ve Kuva-yı Milliye'nin dayanma gücü ve fedakarlığı, milli emellerimize uygun bir barışı ümit ettirmektedir. Teşkilat-ı Milliye; milletimizin içinde takdir ve güven kazandıkça milli varlığımızın bütün medeni dünyada kabul edileceğine şüphe yoktur. Bundan dolayı Heyet-i Temsiliye; Şimdiye kadar vatanımızın savunulması uğrunda gösterilen birlik ve dayanışmanın, bağımsızlığımızı kazandığımız güne kadar daha sağlam bir inanç ile devam ettirilmesini rica eder"49 diyordu. Heyet-i Temsiliye'nin gerekli olup olmadığı tartışılıyordu. Bu ortamda teşkilatın bir gevşeme içerisine yuvarlanma ihtimaline karşı Mustafa Kemal Paşa; gelecek hakkında ümit dolu mesajlar vererek milli davaya inanç ve güveni tazeleme ihtiyacı duyuyordu. İşte tam bu sırada İngilizlerin İstanbul'u işgal ettikleri haberi ülke gündemine bomba gibi düştü. Bu haber üzerine Mustafa Kemal Paşa; "İngilizlerin böyle bir gaflet irtikap edeceklerini asla tahmin etmezdim. Bize, bundan büyük hizmet yapamazlardı. Şimdi artık, Meclisi Ankara'da toplayabilir ve yeni devletin temellerini atabiliriz." demişti. İstanbul'un İşgali, Mebusan Meclisi'nin basılması üzerine Mustafa Kemal Paşa Osmanlı Devletinin yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanamaz bir hale geldiğini ve dolayısıyla sona erdiğini bildirerek, diğer bölgelere (Anadolu ve Trakya) genişlemesi muhtemel işgale karşı savunmayı güçlendirecek gerekli tedbirleri almaya başladı. Alınan her tedbir, işin ne kadar bilinçli ve ehliyetle yapıldığını göstermekte ve halkın güveninin kazanılmasına, dolayısıyla Heyet-i Temsiliye tarafından oluşturulan otoritenin kabul görmesine yol açmakta idi. Birkaç gün için mevzi direnmelere rağmen -Onlar da uygun izah metodlarıyla giderilmişti- ülkede Heyet-i Temsiliye etrafında otorite sağlandı. Hükümet boşluğu dolduruldu. Anarşi ve teröre meydan verilmedi. İşgali takip eden ilk günden sonra artık özellikle Anadolu'da İstanbul'un hiçbir etkisi kalmadı. Anadolu'da devlet otoritesini şartların zorlaması nedeniyle üzerine alan Heyet-i Temsiliye bilindiği gibi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetlerinin merkezî yürütme kurulu idi. Cemiyet adına yürüttüğü vazifesini gerçek sahibine vermek maksadıyla aldığı kararlardan belki de en kutsalı Ankara'da bir Millet Meclisi'nin toplanması kararı idi. Heyet-i Temsiliye aldığı bu kararı uygulamak için büyük bir titizlikle çalıştı. Üzerine alığı yönetim görevini milletin temsilcilerine teslim ederken; O güne kadar millet üzerinde egemenlik süren kişiye dayalı anlayışı sona erdirmiş, milletin egemenlik yetkisini doğrudan kendi eline alabileceği şartları hazırlamış bulunuyordu. Millet Meclisi açılarak çalışmayabaşladığı zaman Türk milletinin olaylara bakışında ve değerlendirmesinde çok büyük değişiklikler yaşanıyordu. Türk milleti yönetimini her yönüyle ellerine bıraktığı meclisinin kararlarına göre hareket ederken her ne yapıyorsa bizzat kendisi ve geleceği için yaptığının farkına varmaya başladı. Artık açıkça ifade edilmese bile ve padişahın esir, vatanın işgal altında olduğu söylemleri arkasında biraz da olayların zorlamasıyla, devletin padişahın devleti, vatanın padişahın mülkü olmadığı anlatılabilmeye ve halk tarafından anlaşılmaya başlandı. Milletin seçtiği temsilciler tarafından yönetilen vatanda millet egemenlik haklarını fiilen kullanmaya başladı. -------------------------------------------------------------------------------- 1 İstanbul'un işgali ile ilgili haberleri almak üzere Ankara Telgrafhanesinde makine başında bekleyenler arasında M.Kemal Paşa ile birlikte Ali Fuat Paşa ve Ankara vali vekili Yahya Galip (Kargı) Bey de vardır. M.Kemal Paşa durum değerlendirmesi yaparken; "Millet Meclisini Allah'ın izniyle Nisan ayının son haftasında Ankara'da toplamak kararındayız" der. Orada bulunanlardan.Yahya Galip Bey anılarında; "Ben Millet Meclisi tabirini ilk defa duyuyordum" demektedir. ÖZGÜL, M.Cemil. Heyet-i Temsiliyenin Ankara'daki Çalışmaları, Ankara 1989. s.151 2 ATATÜRK, M.Kemal, NUTUK, C.I, İstanbul, 1950.S.362, 3 ATATÜRK, M.Kemal, A.g.e.s.410, 4 ÖZGÜL, M.Cemil. A.g.c. ,s.l49 5ÖZGÜL.A.g.e.,s. 147-148 6 5 ÖZGÜL, A.g.e., s. 147-148 6 ATATÜRK, M.Kemal, A.g.e. s.413. 7ÖZGÜL,A.g.e.,s. 151 7 ÖZGÜL, A.g.e., s. 151 8 ATATÜRK, M.Kemal, A.g.e., s.4l 1 9 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 86. Belge No:2106. 10 ÖZGÜL,A.g.e.,s. 151-152 11 ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e., s.413-414. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 79, Belge No: 1745. 12 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi,Gnkur.Yay.,sayı. 13, Belge No:333, sayı. 22, Belge No:564 13 ATATÜRK, M.Kemal, Age, s.414, 14 ATATÜRK, M. Kemal, Age. s. 416. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Yay., sayı. 13, Belge No:332. 15 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay..sayı. 22, Belge No:566 16 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi. Gnkur.Yay.,sayı. 22, Belge No:567 17 ATATÜRK, M.Kemal, NUTUK, C.II1, s.1232, vesika:256,257, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 87, Belge No:2l18 18 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 22, Belge No:568, sayı. 82. Belge No: 1796. Ayrıca; 20 nci kolordu komutanlığına çekilen benzer bir telgraf için Bkz. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi.Gnkur. Yay..sayı. 13, Belge No:331 19 ATATÜRK, M. Kemal, NUTUK, C.I. s. 413, İstanbul, 1950. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Yay., sayı. 79, Belge No: 1745, sayı. 13, Belge No:330, 20 12 nci Kolordu Komutanı Albay Fahrettin Bey (Org. F.ALTAY) Heyet- Temsiliye'ye çektiği Telgrafta; "İngilizlerin İstanbul işgalinin tamamlamadan Anadolu'ya kuvvet sevk edemeyeceklerini, savaşa karar verdiklerinde ise Anadolu'ya İzmit'teki Yunan kuvvetlerini takviye ederek ilerlemek isteyeceklerini. Tren yollarının tahribinin Anadolu'da büyük çaplı anarşi ve katliam yapılacağı şeklinde yorumlandığından uysun olmayacağını, izlenilen siyasette heyecan, öfke ve acelecilikten kaçınılmasının gerektiğini bildirdi. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi,Gnkur.Yay.,sayı. 23, Belge No:596 21 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 22. Belge No:561 22 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e., s. 420 23 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.sayı. 87, Belge No:2109, sayı. 13, Belge No:335. ÖZGÜL,A.g.e.,s. 154. 24 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi. Gnkur.Yay.,sayı. 13. Belge No:331. 25 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e., s. 415-416 26 ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e., s. 415-417 27 ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e., s. 418 28 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay..sayı. 82. Belge No: 1797, sayı. 87, Belge No:2107, sayı. 87, Belse No:2118 29 ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e., s. 419 30 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e.. s. 420, ÖZGÜL, A.g.e.. s. 154 31 "Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal imzası ile bütün memlekete yayılan, ferde hitap eden cemaate hitap eden, millete söyleyen, herkese cevap veren tebligatın menşei hemen hemen yalnız Mustafa Kemal Paşadan ibaretti. Ortada Heyet-i Temsiliye diye müteşekkil, icabında içtima eder ve karar verir bir heyet yoktu. Esasen böyle bir cemiyet varmış ama ama şimdi azası dağınıktı. Ankara'da bulunan bir iki kişi de hatta içtimaa bile lüzum görmüyorlar her şey Ziraat Mektebinde Mustafa Kemal Paşa tarafından takdir ve tedvir olunup gidiyordu." Yunus Nadi, Ankara'nın İlk Günleri, İst.1955, s.88 32 Bu günkü İl ve İlçeler arasında olan o zamanki mülki yönetim birimi 33 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 23, Belge No:592 34 Burada yeni bir meclisten kastedilen "Mebusun Meclisi'"nin olduğu anlaşılmaktadır. 35 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay..sayı. 23, Belge No:593 36 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi. Gnkur.Yay..sayı. 23. Belge No:595 37 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay.,sayı. 23. Belge No:594 38 ATATÜRK. M. Kemal. A.s.e.. s. 421 39 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay,sayı. 79. Belge No: 1746. sayı. 13. Belge No:337. ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e.. s. 421-422 40 ATATÜRK. M. Kemal, A.g.e., s. 421 41 ATATÜRK, M. Kemal. A.a.e., s. 427 42 ATATÜRK, M Kemal. A.g.e.. s. 430 43 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e.. s. 423 44 ATATÜRK. M. Kemal. A.s.e., s. 432 45 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e.. s. 388 46 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e., s. 389 47 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e., s. 390 48 ATATÜRK, M. Kemal, A.g.e., s. 391 49 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur.Yay..sayı. 8ü, Belge No: 1757. ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ Derleyen; HASAN DURGUT - YÜCE TÜRK MİLLETİ - (TCHKD) | ||
Posted: 12 Apr 2015 01:00 PM PDT İSTANBUL İTİLAF DEVLETLERİ ASKERLERİ TARAFINDAN İŞGAL EDİLDİ -16 MART 1920- 13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı'nda kendisini Adana'dan İstanbul'a getiren trenden inen Mustafa Kemâl, 22'si İngiliz, 17'si İtalyan, 12' si Fransız, 4'ü Yunan olmak üzere toplam 55 parçadan oluşan "gayrı resmi işgal" gemilerinin boğazı boydan boya kaplamış olduğunu görecektir. ATATÜRK'ÜN ÇANKAYA'DA Kİ KONUTUNUN DUVARINDA NEDEN ''BU DA GEÇER YAHU'' YAZIYORDU ? Haydarpaşa'dan bindiği vapur işgal gemilerinin arasından geçerken Yunan bayrağı çektikleri kayıklara doluşan İstanbul'lu Rumların Averof zırhlısını alkışlarla karşıladıklarına tanık olan Mustafa Kemâl, yanındaki yaverine o meşhur sözü söyler "geldikleri gibi giderler" ve İstanbul'un o günlerdeki durumunu şöyle anlatır: ATATÜRK'ün bugün müze olarak kullanılan Çankaya'daki konutunun duvarına astığı "biricik hat" yazısının "Bu da geçer ya hu" olduğu söylenir. ABD Başkanı Abraham Lincoln, VVisconsin'de yaptığı bir konuşmada bu söze duyduğu hayranlığı şöyle dile getirmiş: "Doğu'da bir padişah, danışmanlarından, her okunduğunda bulunulan durumu tüm gerçekliğiyle anlatacak bir söz bulmalarını istemiş. Bulmuşlar; 'Bu da geçer!' Öyle anlamlı bir sözdür ki bu, hem böbürlenmeyi dizginler; hem acılara dayanma gücü verir!" Osmanlı İmparatorluğu, 1918 yılında işgal edilip düşman savaş gemileri Boğaziçi'ni doldurunca, Hattat İsmail Hakkı Altunbezer, bir kağıda "Bu da geçer ya Hu" yazıp atölyesine asar; kısa sürede işyerleri, kahvehaneler, vapurlar, bu yazıyla donatılır. Halkın işgale karşı tepkisini dile getirmek üzere her yere astığı bu yazı o acı günlerin, "Mütareke Dönemi"nin bir simgesi olmuştur. Bu sözle anlamlandırılan "sabır ve tahammül"e büyük gereksinim duyduğumuz son dönemlerde, Mustafa Kemâl'in de "sabır testi"nden geçtiği yılları anımsamakta yarar var. "Mütareke'den Tezkere'ye / Mustafa Kemâl'in Tuğgenerallik Günleri"ni ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz... "Mütareke"den "Tezkere"ye Geçtiğimiz ay kimi köşeyazarları, darbe soruşturmalarının 2003 yılında, "1 Mart Tezkeresi" döneminde yapılan askeri plan tatbikatlarıyla ilgili olduğunu öne sürdüler. Yaptıkları yorumlara göre; 2003 yılında "1 Mart Tezkeresi"nin T.B.M.M'de kabul edilmesi halinde, Türk ordusunun ABD askerleriyle birlikte Irak işgaline katılacağı; Türkiye'nin teröristlerin hedefi haline geleceği; sivil hükümetlerin ülkeyi yönetemez bir duruma düşeceği varsayımıyla ordunun yönetime el koymasına yönelik hazırlıklar yapılmıştı; şimdiki gözaltı ve tutuklamalar 2003 yılındaki o hazırlıklarla ilgiliydi. 12 Eylül Darbesi, benim ve kardeşimin yaşamından 5'er yıl götürdüğü; kardeşimin 44 yaşında ölmesinde en büyük paya sahip olduğu ve ailemizi yıllarca perişan ettiği için; ne zaman "darbe"den sözedildiğini duysam, tüylerim diken diken olur. Bu yorumları okuyunca, ABD'nin Irak'ı işgale hazırlandığı "1 Mart Tezkeresi" günlerinde gazetelere yansıyan kimi olayları anımsadım: •17 Şubat 2003: 60.000 Amerikan askeri Türkiye topraklarında konuşlandırılacak... ABD Heyeti, üs ve limanların modernizasyonu çerçevesinde Mersin ve İskenderun limanlarında incelemelerde bulunacak. •19 Şubat 2003: ABD heyeti, Sabiha Gökçen uluslararası havaalanında incelemelerde bulundu. Çorlu ve Afyon havaalanlarını da denetleyen ABD'nin isteklerine, Samsun ve Trabzon limanları da dahil. •20 Şubat 2003: ABD'li heyetler, Mardin ve Batman'da incelemelerde bulundular. •24 Şubat 2003: İskenderun Limanı'na yanaşan Amerikan Ro-Ro gemisi araç ve mühimmat boşaltmaya başladı. •25 Şubat 2003: İskenderun Limanı'na ABD donanmasına ait kargo gemisi yanaştı. •12 Mart 2003: ABD'nin askeri yığınak yaptığı İskenderun Limanı'nda bir grup gösteri yapmak istedi. Türk askeri havaya ateş açtı. Göstericiler gözaltına alındı. •15 Mart 2003: İskenderun Limanı'ndan vagonlara yüklenen askeri araç ve malzemelerin demiryolu ile sevkiyatına başlandı. •20 Mart 2003: ABD'nin Irak operasyonu, Bağdat'ı bombardıman ile başladı. Şükrü Sina Gürel, 19.09.2003 günlü Akşam gazetesinde yayımlanan söyleşisinde, 1 Mart Tezkeresi'yle ilgili olarak "işgal edilecektik" diyor. 1995'te, yani ABD'nin Irak işgalinden 8 yıl önce yayımlanan "İletişim Çağında Aydın Kirlenmesi" adlı kitabımda, mütareke döneminde Tuğgeneral Mustafa Kemâl'in başına gelenleri anlattığım sayfalar, tezkere sürecinde yaşananları çağrıştırdığı için olacak, o günlerde kimilerince kaynak gösterilmeden yayımlanmıştı. 1995 tarihli o yazımda, benzer olayların 1918'de Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Mustafa Kemâl'in de başına geldiğini özetle şöyle anlatıyordum: Betaç 1 Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya ile birlikte katıldığı I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, 30 Ekim 1918 günü Limni Adası'nın Mondros limanında, İngilizlerin Agamemnon savaş gemisinde, koşulları çok ağır bir Silah Bırakışması (Mondros Mütarekesi) imzalamış ve Alman Komutan Liman von Sanders'ten boşalan Yıldırım Orduları Komutanlığı'na Mustafa Kemâl atanmıştır. Karargahı Adana'da bulunan Yıldırım Orduları Komutanı Tuğgeneral Mustafa Kemâl, 5 Kasım 1918 günü, komutası altında bulunan 7. Ordu, 41. Tümen ve 3. Kolordulara şu buyruğu verir: "İngilizlerin çeşitli bahanelerle İskenderun'a asker çıkararak 7. Ordu birliklerini zor duruma sokmak istediklerini anlıyorum. Buna meydan vermemek için, 3. Kolordu, İskenderun'a kuvvet çıkartılmasını, gerekirse ateşle engelleyecektir." (1) Durumu aynı gün İstanbul'a, Genelkurmay Başkanlığı'na da bildiren Mustafa Kemâl, Başkumandanlığa gönderdiği telgrafta şöyle der: "Çok ciddi ve içtenlikle arz ederim ki, Bırakışma Antlaşması'nın koşullarındaki yanlış anlamaları giderecek önlemleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak; İngiliz ihtiraslarının önüne geçme olanağı kalmayacaktır." (2) Betaç 2 Bu uyarılarına karşılık, Genelkurmay'dan; "İngilizler yalnızca birliklerinin yiyecek gereksinimlerini karşılayacaklardır, işgal gibi bir amaçları yoktur, sakın ateş açmayın; İngilizler ateş açsalar bile siz ateşle karşılık vermeyin, İngilizler'e çok iyi davranın" yanıtını alan Mustafa Kemâl'in kanı beynine sıçrar: "İngilizlerin Halep civarındaki ordularını beslemek için İskenderun'dan faydalanmak istemeleri haklı değildir. Çünkü İngilizlerin eline geçmiş bulunan Halep vilayetinde ve yalnız Halep şehrinde milyonlarca erzak vardır... Hangi neden ve gerekçeyle olursa olsun İskenderun'a asker çıkarmaya yeltenecek İngilizlerin ateşle engellenmesi buyruğunu verdim. İngilizlerin aldatıcı işlem, öneri ve davranışlarına İngilizlerden çok hak verip nazik göstererek onların gönlünü hoş tutmaya yönelik buyruğunuzu uygulamaya yaradılışım elverişli olmadığından... yerime başka birini atamanızı özellikle rica ederim." (3) 7 Kasım 1918 günü Padişah buyruğuyla ordusu lağvedilen Mustafa Kemâl Harbiye Bakanlığı emrine alınır ve Başbakan Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918 günü Mustafa Kemâl'e bir telgraf çeker: "İskenderun'u İngilizlere teslim ediniz!" Mustafa Kemâl, aynı gün Ahmet İzzet Paşa'ya telgrafla yanıt verir: "İskenderun şehrinin İngilizlere teslimi hakkındaki 8.11.1918 tarihli emriniz alındı. İngilizlerin önerilerine bugüne dek olduğu biçimde olumlu karşılık vermeye devam edildiği taktirde, bugün Payas-Kilis çizgisine kadar olan araziyi isteyen İngilizler yarın Toros'a kadar olan Kilikya bölgesini; daha sonra Konya-İzmir çizgisini işgal etmeyi; ardından ordumuzu doğrudan kendileri yönetmeyi ve giderek Osmanlı Bakanlar Kurulunun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesini isteyeceklerdir. İngilizlerin savaşla ellerine geçiremedikleri yerleri biz onlara kendi ellerimizle armağan edersek, bu, onurlu geçmişimiz ve şimdiki yöneticilerimiz için kara bir sayfa oluşturur!.. Hangi konum ve durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve ülkemin kurtuluşu için yetkililere bildirmeyi görev saydığım görüşlerimden vazgeçmeye yaradılışım gereği olanak yoktur!" (4) Ahmet İzzet Paşa Başbakanlıktan istifa eder ve Mustafa Kemâl'i İstanbul'a çağırır. Mustafa Kemâl, İstanbul'a gitmeden önce, silahların İngilizlerin eline geçmesini önler: "Terhis edilecek kuvvetlerimize ait teçhizat, silah, cephane ve başka araçların toplanıp saklanmasına ait tertibat" almıştır. (5) Betaç 3 Ali Fuat Paşa'yla yaptığı görüşmede, halkın direnişe hazırlanmasını ister: "Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır." (6) İstanbul'a dönerken Katma istasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey'e direnmeyi öğütler: "Örgütlenin, ulusal bir güç oluşturun, kendinizi savunun." (7) 1918 yılına ait bu belgeler, Anadolu'da direniş düşüncesinin Mustafa Kemâl'in aklına Kazım Karabekir tarafından Nisan 1919' da İstanbul'da sokulmuş olduğu savım çürütmektedir. 13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı'nda kendisini Adana'dan İstanbul'a getiren trenden inen Mustafa Kemâl, 22'si İngiliz, 17'si İtalyan, 12' si Fransız, 4'ü Yunan olmak üzere toplam 55 parçadan oluşan "gayrı resmi işgal" gemilerinin boğazı boydan boya kaplamış olduğunu görecektir. Haydarpaşa'dan bindiği vapur işgal gemilerinin arasından geçerken Yunan bayrağı çektikleri kayıklara doluşan İstanbul'lu Rumların Averof zırhlısını alkışlarla karşıladıklarına tanık olan Mustafa Kemâl, yanındaki yaverine "geldikleri gibi giderler" der ve İstanbul'un o günlerdeki durumunu şöyle anlatır: "Şişlideki evimde yeni vaziyeti değerlendiriyordum. İstanbul sokakları itilaf devletlerinin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi, toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla lacivert sularını gösteremeyecek kadar örtülüydü. Herkes, ancak pek zorunlu ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden büzülerek, eğilerek, korkarak yürüyebiliyorlardı. Bütün bu önlemlere rağmen yine bin türlü feci tecavüz sahneleri eksik değildi. Koskoca İstanbul ve koskoca İstanbul'un yüzbinlerce halkı, sesleri kesilmiş bir halde idi. İstanbul ufuklarında yükselen şeyler yalnız düşman sesleri, düşman hakaretleri, düşman bayrak ve süngüleriydi." (8) Betaç 4 Ülkeyi düştüğü kötü durumdan kurtarabilmek için ilk adımda yeni oluşturulacak Bakanlar Kurulu'nda Harbiye Bakanı olarak görev almayı düşünen Mustafa Kemâl, İstanbul'a geldikten birkaç gün sonra, 17.11.1918 günlü "Minber" gazetesinde yayımlanan söyleşisinde şöyle der: "Bu harpte İngilizlerle Arıburnu, Anafarta ve Filistin cephelerinde karşı karşıya bir çok muharebeler verdim... Kalbimde kin ve düşmanlık hissiyatı yer bulmamıştır. İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin bağımsızlığına riayette gösterecekleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha hayırhah bir dost olamayacağı kanaatiyle etkilenmeleri pek tabiidir." (9) Ertesi gün, 18.11.1918 günlü Vakit gazetesinde yayımlanan söyleşisinde yine bu doğrultuda konuşmuştur: "Hükümetimizle mütareke imzalayan devletlerin ve bu devletler adına Mütareke Şartnamesi'ni yapan Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmek istemem; eğer sözkonusu şartname hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamaya neden olacak yönler görülüyorsa, bunun sebebini derhal anlamak ve muhataplarımızla anlaşmak lazımdır." (10) Betaç 5 Çok değil iki hafta önce, Adana'da İngiliz-Fransız-İtalyan güçlerine karşı halkı silahlandırıp direnişe hazır olmalarını isteyen Mustafa Kemâl'in, İstanbul'a gelir gelmez gazetelere demeçler vererek "İngiliz dostluğu"ndan söz etmesi, ona kin duyan kesimlerce karalama amacıyla kullanılmıştır. Oysa, Mustafa Kemâl'in bağdaşmaz gibi görünen bu tutumunun anlaşılmaz bir yanı yoktu. Mustafa Kemâl, daha savaşın patlak verdiği ilk günlerde "İngiltere-Rusya İttifakı"nın savaşın sonuna doğru "İngiliz-Rus Çatışması"na dönüşeceğini görmüştü: "Harp Avrupa cephesinde stabilize olur olmaz İngiltere ile Rusya, Osmanlı ülkesi üzerinde iki önemli rakip olduğundan, her ikisi de bu topraklara büyük kuvvetlerle saldırmaya başlayacaklardır. Rakibinden daha fazla parça koparabilmek için, İngiltere'nin Hindistan'ı güvenceye almak konusundaki kaygıları gözönüne alınırsa, ne yapıp edip Ruslardan çok daha fazla bir kuvveti Osmanlı ülkesine göndereceklerdir." diyen Mustafa Kemâl, dünya savaşının sonuna doğru; "Rusya'nın Bolşevik olup savaş dışı kalmasından yeterince yararlanılamadığını" (11) belirtmişti. Olaylar Mustafa Kemâl'in İngiliz-Rus çatışması öngörüsünü doğrulamış, Lenin önderliğinde gerçekleştirilen 1917 Bolşevik Devrimi'yle Rusya, İngiliz yandaşlığından koparak İngiliz karşıtı olmuştu. İngiliz Genelkurmayı, 1916'da Rus Çarlığının devrimle yıkılacağını anlar anlamaz, Osmanlı'ya karşı yeni duruma uygun yeni bir politika önermeye başlamıştı. İngiliz askeri kanadına göre: Rusya, önünde sonunda İngiliz çıkarlarıyla çatışan bir yayılmaya yönelecekti. Öyleyse Osmanlı'yı parçalayıp yok etme tasarısını terk ederek, onu Rus yayılmasına karşı bir kalkan olarak ayakta tutmak gerekiyordu. İngiliz siyasi kanadına göre: Rusların İngiliz çıkar bölgelerine yayılmasını önlemek için İstanbul'u Türkler'de bırakıp Osmanlı Devleti'ni yaşatmaya hiç gerek yoktu. Rusya'nın Boğazlardan Akdeniz'e inmesi Batı Anadolu'da bir Büyük Yunanistan kurularak engelleneceği gibi, Rusya'nın Kafkaslardan Basra Körfezi'ne inip Hint Okyanusu'na ulaşması da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Büyük Ermenistan ve Kürdistan kurularak önlenecekti. SEVR ANTLAŞMASINA GÖRE OSMANLI DEVLETİ Betaç 6 Savaş sürerken Malta'da tutsak bulunan Eşref Sencer Kuşçubaşı aracılığıyla Enver Paşa'yla iletişim kuran İngiliz Genelkurmayı; Rusya'ya karşı Osmanlı-İngiliz İttifakı önermiş; Osmanlı'nın Alman ittifakından ayrılıp İngiltere ile barış imzalaması için pek çok gizli girişimde bulunmuştu. Mustafa Kemâl, Enver'in istese de kabul edemeyeceği bu İngiliz girişimlerinden haberdardı. 1916 yılı sonlarında İttihad ve Terakki içinde Almanlardan ayrılarak İngilizlerle anlaşmaktan yana olanların kışkırttığı Yakup Cemil, Mustafa Kemâl'i Harbiye Bakanı ve Başkumandan yapmak üzere Enver Paşa'ya suikast hazırladığı iddiasıyla yakalanıp asılmıştı. Ağustos 1918'de Padişah'ın Başyaverine gönderdiği "çok gizli" telgrafta Almanların yenilmesinin kaçınılmaz olduğunu bildiren Mustafa Kemâl, derhal İngilizlerle ayrı barış yapmak üzere kendisinin de katılacağı yeni bir Bakanlar Kurulu oluşturulmasını önermişti. (12) Betaç 7 Savaş sürerken, hem Osmanlı hem İngiliz yöneticileri arasında, İngiliz-Osmanlı ilişkileri konusunda görüş ayrılığı belirmişti. O günlerde Osmanlı'ya karşı uygulanacak politika konusunda İngiliz Genelkurmayı ile İngiliz siyasetçileri arasında patlak veren çekişmede; Savaş Bakanı Sir Winston Churchill ve Edwin Samuel Montagu, Osmanlı Devleti 'nin Anadolu'daki varlığını ve toprak bütünlüğünü Rusya'ya karşı ayakta tutmak görüşünü savunurken; karşıtları, Padişahı İstanbul'dan atıp Anadolu'yu parçalayarak Osmanlı devletini ortadan kaldırma görüşünü savunuyordu. Savaş Bakanı Churchill, Başbakan Lloyd George'a yazdığı mektupta; "Mütarekeden beri benim politikam Almanlarla barış yapıp Bolşevik (Rus) gaddarlarıyla savaşmak olacaktı; oysa siz, tam aksi bir politika yürüttünüz" diyecekti. Betaç 8 İngiliz yönetiminde, Osmanlı'ya karşı takınılacak tutum konusunda kararsızlığa yol açan asker-sivil çatışmasını, daha bu görüşler İngilizlerin kafasında belirmeden önce görmüş olan Mustafa Kemâl, İngiltere'nin Osmanlı'ya karşı izleyebileceği her iki politikaya karşı da hazırlıklıydı. İki eğilimden hangisi İngiliz politikasına egemen olursa olsun, Mustafa Kemâl'in kafasında Osmanlı'nın devlet olarak varlığını ve Mütareke anında elinde bulunan toprakların bütünlüğünü savunacak iki tasarı hazırdı. Şayet İngiltere, Anadolu'yu Yunan, Ermeni ve Kürtlere paylaştırarak Osmanlı devletini ortadan kaldırma politikasını uygulamaya koyacak olursa, Anadolu'da silahlı direniş başlatılacak; yok eğer Churchill ve Montagu'nun Osmanlı Devleti'ni Rus yayılmasına karşı İngiliz güdümünde yaşatma politikası uygulamaya konulacak olursa; bu durumda İngilizlerle barışçıl görüşmeler yapılarak Osmanlı'nın siyasal bağımsızlığı olabilecek en üst düzeyde sağlanmaya çalışılacaktı. İşte Mustafa Kemâl'in, bir yandan Anadolu'da silahlı direniş hazırlanmasına çalışırken öte yandan İngiliz dostluğundan sözetmesi, sonuçta her ikisi de ülke bütünlüğünün korunması amacına yönelik tasarıların İngilizlerin henüz kesin tutum belirlemedikleri bir dönemde her an uygulanabilir durumda tutulması gereğinden kaynaklanıyordu. İngilizlerin Osmanlı'ya ne yapılacağına ilişkin kararsızlığı Nisan 1919'a dek sürecek; Savaş Bakanı Churchil'in görüşünü dinlemeyen Başbakan Lloyd George 15 Mayıs 1919'da İzmir'i Yunanistan'a işgal ettirmekle Anadolu'yu Türk yönetiminde bırakmamaya karar verdiğini somut olarak gösterince; Mustafa Kemâl hemen ertesi gün karargahıyla birlikte Anadolu'ya hareket edecek ve silahlı direnişi tek odakta toplama çalışmalarına başlayacaktı. Mustafa Kemâl, İngilizlerin Mütareke sonrası bir kaç ay süren kararsızlık döneminde, İstanbul'dayken İngiliz yandaşlarıyla yaptığı görüşmeleri şöyle anlatıyordu: "Beni Talat Paşa'nın, Enver Paşa'nın ve umumiyetle İttihat ve Terakki erkanının muhalifi sayıyorlardı; bu sebeple taraflarından kazanılabileceğim ve onlara hizmet ederek faydalı olacağım fikrinde idiler. Benimle bu yoldan temas arayan, dostluk kurmaya çalışan Bakanlar olduğunu hatırlarım. Mesela bir ara İçişleri Bakanlığında bulunan Mehmet Ali Bey adında bir kişi, bir iki defa Şişli'deki evimde beni ziyaret etti. Bu ziyaretinden memnun kaldığını da arkadaşlarına söylemiş. Bir defa da Bahriye Bakanı Avni Paşa ile gelerek çeşitli konular üzerinde benimle konuştular. Artık adeta ahbap olmuş gibiydik. Bir defa bu zatlar tarafından "Circle d'Orient"de bir öğle yemeğine davet olunmuştum. Bununla beraber şunu da sezer gibiydim: temas ettiklerimin arkadaşları arasında bana emniyet etmenin doğru olmadığı kanaatinde bulunanlar vardı." (13) Betaç 9 İstanbul'da Rahip Frew, Kont Sforza, George Ward Price, vb. gibi yabancılarla da görüşen Mustafa Kemâl, Ocak ve Şubat aylarında yapılan tutuklamaların hedefi olmamıştı. Almancı İttihat ve Terakki Partisi yönetimdeyken sesleri çıkmayan İngiliz yandaşı "Hürriyet ve İtilaf"çılar, Mütareke Dönemi'nde tam bir öcalma furyası başlatmış; İngiliz karşıtı olarak bildikleri herkese ağıza alınmayacak sövgülerle suçlamalar yağdırmaya koyulmuş; generallerin rütbelerinin albaylığa indirilmesini savunan gazeteler, önde gelen komutanların hapse atılmasını isteyen yayınlar yapmaya başlamıştır. Mustafa Kemâl, bu ortamı şöyle anlatır: "O sırada İstanbul'da bir çok kimseyi tutukladılar. Fethi Bey de bunların arasında idi... Kendisini görmek istedim. Hapishanede merdivenlerden çıkarken kendi ayağımla geldiğim hapishanede kalmak korkusu hatırıma geldi. Dam katına çıktık. Sadrazamlar, Bakanlar, bütün önemli kimseler ve bazı ünlü gazeteciler, benim de içlerine katıldığımı görünce sevindiler. Her taraftan buyurun sesleri geldi... Derin düşüncelere daldım. Bu kişiler arasında hesaba, imtihana çekilmek lazım gelenler vardı, fakat hesap soran millet değildi. Bilakis milleti daha ağır bir felakete sürükleyen insanlardı... Ben de o günlerde birtakım takiplere uğrar gibi olduğumu hissettim." (14) Betaç 10 Bekirağa Bölüğü'ne atılanların, Malta'ya sürülenlerin tümünü suçsuz olarak görmeyen, bunların bir bölümünü, ülkeyi felakete sürükleyen ve milletçe hesap sorulması gereken kimse ler olarak değerlendiren Mustafa Kemâl, kendisinin de izlenmeye başladığı duygusunda yanılmamıştır. "Kudüs Fatihi" olarak anılan İngiliz generali Allenby, Şubat ayında İstanbul'a gelmiş, Osmanlı yöneticilerine buyruklar yağdıımış ve bu arada Mustafa Kemâl'in Irak'ta bulunan 6. Ordu'ya atanarak İstanbul'dan gönderilmesini emretmiştir. Bu görevi reddettikten sonra Mustafa Kemâl'in başı dertten kurtulmayacak ve yine Şubat ayında İstanbul Polis Müdürü Halil Bey'in basında yayımlanan suçlamalarıyla karşılaşacaktı. Bu yayım bağlı bulunduğu Harbiye Nezareti'ne bildiren Mustafa Kemâl, bu kişinin iftiralarına karşı yasal işlem yapılmasını isteyecek, fakat Harbiye onun bu yasal isteğini yerine getirmeyecekti. Betaç 11 Bir gün annesinin Akaretlerdeki evine İtalyan askerleri gelir, arama yapacaklarını söylerler. Mustafa Kemâl, İtalyan yetkililerini arayarak bunu önler ve İtalyanlar kendisine "bu eve tecavüz edilemez" yazılı bir belge verirler. İtalyan Elçiliği'nin kapılarının her zaman Mustafa Kemâl'e açık olduğunu bildirirler. Mustafa Kemâl bu öneriyi reddeder. Bir süre sonra, bu kez de İngiliz askerleri eve gelip Mustafa Kemâl'in yokluğunda arama yaparlar. (15) Derken 4 Mart 1919'da Damat Ferit hükümeti kurulur. İngiliz Amirali Webb, 5 Mart 1919'da, ülkesine şu raporu geçer: "Damat Ferit, bizim her istediğimizi tutuklamaya hazırdır!" Baskının her geçen gün biraz daha yoğunlaştığı o günlerde Mustafa Kemâl, şimdi müze olan Şişli'deki evinde 14 Mart tarihli Yeni Gazete'yi okurken kendisinin Rauf Orbay'la birlikte tutuklandıkları haberiyle karşılaşır. Aynı gün Hukuk-u Beşer gazetesinde yayımlanan bir başka haberi görünce beyninden vurulmuşa döner. Haber şöyledir: "Dünya Savaşında, kağıt paranın güya geçerli olmadığı yerlerdeki ordulara, milyonlarca altıngümüş akça, vagon vagon 'ordu komutanı' denilen 'adi sefiller'e, daha doğrusu 'haydutbaşlar'a teslim edildi!" Betaç 12 Betaç 13 14 Mart 1919 günlü "Hukuku Beşer" gazetesinde çıkan bu yazının amacı, Dünya Savaşı sırasında İngilizlere karşı çarpışan Ordu komutanlarının hepsini rüşvetçi olarak damgalayıp tutuklattırmak ve süründürmektir. Mustafa Kemâl de Osmanlı ordusunda bu türden komutanların var olduğunu bilmekte, bunların yargılanması gerektiğine kendisi de inanmaktadır; fakat bu yazıda ayırımsız bütün ordu komutanları Almanlardan rüşvet almakla suçlanmıştır. Mustafa Kemâl, haberi okurken kendisine teklif edilen Alman rüşvetini anımsar. Olay kendi anlatımıyla şöyle olmuştur: "Yıldırım Ordusu Komutanlığı'nı üstlenip İstanbul'dan Halep'e hareket edeceğim günün gecesi idi. Falkenhayn, karargahında bulunan erkanı harp subaylardan Tevfik Bey'in (şimdi Cumhurbaşkanlığı Başkatibi) refakatinde bir genç Alman subayı, Akaretler'deki 76 numaralı ikametgahıma geldi, ufak ve zarif sandıklar içinde, Falkenhayn tarafından bazı şeyler getirdiğini söyledi. O 'şey'lerin kendilerini kabul ettiğim odaya nakledilmesini emrettim. Salon kapısının yanma ufacık sandıklar istif edildi. 'Bunlar nedir?' dedim. Alman subayı dedi ki: 'İstanbul'dan ayrılıyorsunuz, size Mareşal Falkenhayn tarafından bir miktar altın gönderilmiştir' ... 'Bu sandıklar bana yanlış geldi. Ordunun Levazım Reisine gönderilmesi lazımdı; benim için fazla külfettir' dedim. Subayımız sözlerimi Alman subayına nakletti. Subay derhal: 'Efendim o da başka.' dedi. Bizim subaya: 'Paranın miktarını bu subaydan iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver, imza edeyim' dedim. Emrim yapıldı, fakat subay imzalı senedi kabul etmek istemedi, tekrar Tevfik Bey'e: 'Bu subay bilmiyor' dedim. 'Senedi alsın, Mareşale versin ve siz de bu paraları gelip alması için Levazım Reisi'ne haber gönderiniz' ... Yedinci Ordu Komutanlığından kendimi affettikten sonra, kumandanlığa vekil bıraktığım Ali Rıza Paşa'ya bu sandıkları teslim ettim ve kendisinden aldığım senedi o vakit yaverlerim bulunan Cevat Abbas ve Salih Bey'lere bırakarak, kendilerine şu emri verdim: 'Hemen Falkenhayn'ın karargâhına gideceksiniz, bizzat kendisini görüp bu senedi vereceksiniz ve benim kendisinde bulunan senedimi alacaksınız.' Bir saat sonra Falkenhayn'ın elinden benim imzam olan kağıt parçasını alıp dönmüşlerdir. Kolayca tahmin etmek mümkündür ki Mareşal Falkenhayn beni, belki benden başka birçoklarını böyle sandıklarla altın vererek iğfal etmek yolunda idi." (16) Betaç 14 Mustafa Kemâl, Falkenhayn'ın bütün dalaverelerini Enver, Talat ve Cemal Paşalara gönderdiği 20-24 Eylül 1917 günlü raporlarda gözler önüne sermiş ve Alman politikasının Arapları İngilizlerden ayırıp kendi güdümlerine alarak Osmanlıdan kopartmaya yönelik olduğunu, bu politikaya engel olabilecek generallerin rüşvetle yola getirilmeye çalışıldığını bildirmiştir. Rüşvetçi Falkenhayn'la çatıştığına ve rüşvete şiddetle karşı çıktığına ilişkin bütün yazışmaları Harbiye Bakanlığı arşivlerindedir. Mustafa Kemâl, 14 Mart 1919 günü okumakta olduğu gazetede, hiç ayırım yapılmadan kendisi dahil bütün ordu komutanlarının rüşvetle suçlanarak "sefil" ve "haydutbaşı" olarak aşağılanmasına isyan eder. Bu yazı hakkında yasal işlem yapılması istemiyle Harbiye Bakanlığı'na bir dilekçe yazarak şöyle der: "Hukuk-u Beşer Gazetesi'nin 14 Mart 335 (1919) tarihli sayısında, Damad Ferid Paşa kabinesine yöneltilen 'gerekçeli sarular'dan 3 numaralısında, 'kağıt paranın güya geçerli olmadığı yerlerde ordu, hatta mülkiyenin ihtiyaçlarının giderilmesi bahanesiyle, Meskûkat Müdüriyeti tarafından milyonlarca altın ve gümüş akçe basılarak bazen vagon vagon ordu kumandanı denilen ali sefillere, daha doğrusu haydutbaşılara teslim edildi...' denilmektedir. Bu ifade ile ordu kumandanlarının sefil ve haydutbaşı ve dolayısıyla orduların haydut oldukları ilân edilmiş oluyor. Müdafaalarına hiçbir vakit lüzum görmeyeceğim bazı şahıslara taş atmak isterken, vatan ve millet için tam bir saflık ve masumiyetle ve her türlü mahrumiyet ve zorluk içinde namuslu vazifesini hakkıyla yapan Osmanlı ordularını 'haydut' ve aynı mahrumiyet ve zorluklar içindeki ve tek dayanakları namus ve haysiyetleri olan söz konusu orduların kumandanlarını 'sefil' ve 'haydutbaşı'lıkla niteleyip teşhir etmek ne büyük bir ahlaksızlık ve ne sefil bir vicdansızlıktır. Osmanlı ordularını, onların namuslu kumandanlarını bu şekilde teşhir edebilmek kabiliyeti, ancak vatan ve milletin mahvolup dağılmasını arzu eden bir alçakta bulunabilir. Fevzi Paşa, Nihat Paşa, Yakup Şevki Paşa, İhsan Paşa, Cevat Paşa vb. gibi namus ve istikametlerinden asla şüphe edilemeyecek olan ordu kumandanı arkadaşlarımın bu rezilce teşhire karşı ne diyeceklerim bilemem. Yalnız kendi adıma ve hesabıma bildiririm ki, benim Anafartalar'da, Kürdistan'da, Suriye'de başlarında bulunmakla iftihar ettiğim kahraman ordular, haydutlardan değil, soylu Osmanlı milletinin namuslu evlatlarından oluşuyordu. O sefil müfteri şunu da kesin olarak bilmelidir ki, ben de, hiçbir vakitte vagon vagon altın teslim alan sefil ve haydutbaşılardan değilim. Dolayısıyla Harb-i Umumi içinde kumanda ettiğim Anafartalar Gurubu, İkinci Ordu, Yedinci Ordu ve en sonunda Yıldırım Orduları Grubu ve şahsım namına bu namussuzca iddiayı red ve sahibini tel'in ederim. Bu müfteri hakkında icap eden kanunî muamelenin yüksek Nezaretlerince uygulanması ve yapılmasının temin buyurulması istirham olunur. Kaldırılan Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Padişahın Fahri Yaveri; Mustafa Kemâl" (17) Mustafa Kemâl'in bu dilekçesinin Harbiye Bakanlığınca işleme konulması ve bütün komutanları haydutbaşılıkla suçlayan o gazete hakkında Harbiye Bakanlığı'nca yasal işlem yapılması gerekirken; Harbiye Bakanlığı, kendi emri altında bulunan Tuğgeneral Mustafa Kemâl'in dilekçesini gazetelere sızdırmış ve dilekçe 25 Mart 1919 günlü Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. Mustafa Kemâl başta olmak üzere, dünya savaşında İngilizlere karşı savaşan tüm ordu komutanlarına "adiler", "sefiller", "haydutbaşılar" diye saldıran Hukuk-u Beşer gazetesinin yazarı Mevlanzade Rıfat, 31 Mart ayaklanmasına adı karıştığı için 10 yıl sürgün cezasına çarptırılmış, 1918'de İstanbul'a dönüp Radikal Avam partisini kurmuş, İngiliz güdümlü bölücü Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerindendir ve bu yazıyı o yazmıştır. Mustafa Kemâl'in Harbiye Bakanlığı'na gönderdiği dilekçe gazetelerde yayımlanır yayımlanmaz, Mevlanzade Rıfat bu dilekçede kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Mustafa Kemâl'i savcılığa şikayet eder. Orduyu haydutlukla suçlayan köşeyazarı Mevlanzade Rıfat... ATATÜRK'ün Nutuk C. 3 vesika 62'de yeralan 9.9.1919 günlü şifresinde İngiliz subayı Noel ile birlikte Malatya'ya giderek halkı İngiliz güdümüne sokmaya çalıştığını bildirdiği Mevlanzade, yine Mustafa Kemâl imzalı vesika 63'te "Millet Haini", vesika 65'te "Millet ve Vatan Haini", vesika 68'de "İngiliz parasıyla Kürtleri aldatan millet haini", vesika 82'de "vatan haini casus" ve "düşman parasıyla vatanı parçalamak için vatansızlık hissiyle çalışan casus" olarak nitelenmiş olup, İstiklal Mahkemelerinin 16 Şevval 1338 ve fî Temmuz 1336/1920 tarihli kararı uyarınca "hıyanet'i vataniyye cürümü"nü işlediği nedeniyle, "hıyanet'i vataniye Kanunu'nun 2. md. mucibince derdestlerinde tekrar muhakeme edilmek üzere idamına" karar verilmiş ve "vatan haini 150'likler listesinin 97. numaralı adamı" olarak ülkeden kovulmuştur. (18) 28 Mart 1919 günü mahkemeye cağrılan Mustafa Kemâl, başına gelenleri yıllar sonra şöyle anlatacaktır: "Bir gün bir celpname aldım. Hakaret zanlısı sıfatıyla bir hafta sonra mahkemeye çağrılıyordum. Yaman çatmıştık. Aklımı başıma topladım. Kumandanlık mevkiinde değildim. Siyasi bir şey de yapamazdım. Hukuk çareleri bulmalı idim. İsterdim ki bu mahkemede bulunayım. Fakat o zamanki İstanbul gazetecilerinin en aşağısı ile karşı karşıya gelmek çok gücüme giden bir şeydi. Bundan başka davanın bazı yüksek politikacılar tarafından hazırlanma bir plan neticesi olduğunu da düşünüyordum. Ne yaparsam yapayım, mutlaka mahkum olacaktım. Bu vesile ile birçok derdimi döksem bile bunlar mahkeme salonlarının duvarları içinde kalacaktı. Tanıdığım Avukat Sadettin Ferit Bey'i davet ettim. Kendisine vaziyeti anlattım ve fikrini sordum: 'Dava ehemmiyetlidir', dedi; 'mahkûm olmanız ihtimali vardır.' 'Amma yaptın canım, ben hiç de mahkûm olmak niyetinde değilim!' Maksadımı pek tabiî olarak kavramayan avukatım cevap verdi: 'Elbette. Fakat müsaade ederseniz davacının vekili ile konuşayım!' 'Hayır, müsaade edemem. Ben, haklı olduğumu biliyorum. Davacının avukatı ile görüşmeye ne lüzum var? Bu iş yolumun üstüne çıkan bir dikendir. Biraz daha zamana ihtiyacım var. Davayı, lehime de kazanmanızı istemiyorum. Yalnız, bana zaman kazandırabilir imsiniz?' 'Buna söz verebilirim!' İlâve ettim: 'Bu vesile ile oyalanmak, belki de hürriyetimden mahrum kalmak istemem. Siz buna mani olabilirseniz en büyük iyiliği yapmış olursunuz!' Vekilim bir iki defa mahkemeye gitti, davayı dağıttı, bana o kadar zaman kazandırdı ki, İstanbul'dan çıktığım gün henüz mahkeme bitmiş değildi." (19) Betaç 15 Bu dava nedeniyle Mustafa Kemâl her an tutuklanabilir ve suçlu bulunarak hapse atılabilirdi. Bu dava sürmekte iken İkdam Gazetesi, 17 Nisan 1919 günlü sayısında onu "Yıldız Yağmacıları" arasında göstermiş; bu karaçalmaya 19 Nisan 1919 günlü İleri gazetesinde yayımlanan söyleşisinde yanıt veren Mustafa Kemâl; "Hayretler içinde kaldım! Bu kimbilir hangi hasis ve gizli çıkar uğruna, hangi zavallı utanmaz tarafından düzenlenmiş bir iftiradır. İkdam gazetesine tekzip gönderdim. Bu o kadar gülünç bir facia ki söylenecek söz bulamıyorum. Fakat, bugün namusa saygı da kalmadığını görmekten çok üzgünüm. İşte, o kadar!" diyecekti. İkdam gazetesi, 29 Nisan 1919 günlü sayısında bu kez de orduda rütbesi indirilecek subaylar listesi yayımlamış ve Tuğgeneral Mustafa Kemâl'in rütbesinin albaylığa indirileceğini bildirmişti. Betaç 16 Nisan ayında İtalyanlar, Osmanlı yetkililerini Yunanlıların İzmir'i işgale hazırlandıkları yönünde gizlice uyardılar. Mustafa Kemâl, Anadolu'da görev yapmak üzere Ordu Müfettişliğine atandı. 15 Mayıs 1919 günü, yani Yunan askerleri izmir'e çıktıktan bir gün sonra, Mustafa Kemâl ve müfettişlik karargahı görevlileri, 16 Mayıs 1919 günü, kendilerini Samsun'a götürecek Bandırma vapurunda toplanmaya başladılar. Mustafa Kemâl yola çıkmadan önce, Hüseyin Rauf Bey, Şişli'deki evine gelerek, bineceği vapurun batırılacağına ilişkin Berç Keresteciyan (Türker) tarafından verilen haberi kendisine bildirmişti. Mustafa Kemâl, yolda batırılıp öldürülme kaygısıyla Bandırma vapuruna binmiş Samsun'a doğru yol alırken, geride, yokluğunda sürecek bir "Hakaret Davası" bırakmıştı. Aylar geçer. Mustafa Kemâl, İstanbul'da yokluğunda yargılana dursun, o Ankara'da İngilizlere kök söktüren bir direnişin başındadır. Günlerden 19 Mayıs, yıl 1920. Mustafa Kemâl Samsun'a çıkalı tam bir yıl olmuştur. İstanbul'daki İngiliz yandaşları Ankara'daki yurtseverleri yokluklarında yargılayıp ölüm cezalarına çarptıra dursun; Ankara'daki yurtseverler de İstanbul'daki İngiliz yandaşlarını yokluklarında yargılamaya başlamış; Ankara Bidayet Mahkemesi 19 Mayıs 1920 günlü kararıyla başta Damat Ferit olmak üzere aralarında Mevlanzade Rıfat'ın da bulunduğu İngiliz yandaşlarından 28'ini mahkum etmiştir. Betaç 17 Aradan yıllar yıllar geçer... Kurtuluş Savaşı bitmiş, Cumhuriyet kurulmuş, Mevlanzade Rıfat yurtdışına kaçmış, Damat Ferit, Vahdettin, İngilizlere sığınmış; Harbiye Bakanı Abuk Paşa ölmüş, Mevlanzade Rıfat'la birlikte çalışan İngiliz ajanı Devlet Şurası Reisi Seyyid Abdülkerim, Kurtuluş Savaşı içerisinde bir Kürdistan kurdurmayı başaramayınca, 1925'teki Şeyh Sait ayaklanmasını kışkırtmış ve bu suçtan yargılanıp asılmıştır... Günlerden 22 Eylül, yıl 1925. Mustafa Kemâl, Ertuğrul yatıyla Mudanya önlerindedir. Yata gelen uğurlayıcılar arasında, biri vardır: Avukat Sadettin Ferit!.. Mustafa Kemâl, Sadettin Ferit Bey'e döner: "Sadettin Bey" der, "Hatırlıyor musun? Sen bir davadan benim avukatımdın. İstanbul'da benim aleyhime bir ceza davası açmışlardı. O davanın sonucu ne oldu? Beni mahkum ettiler mi?" Sadettin Bey, gülümseyerek yanıtlar Mustafa Kemâl'i: "Hayır Paşam!" der, "Mahkûm edemediler." Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir hafta sonra "Sadrazam Ahmet İzzet Paşa Hazretleri'ne" gönderdiği telgrafta, Tanrı'ya şöyle yakarıyordu: "Dünün günahlarının mirası olan bugünkü elverişsiz vaziyetten devletimizi kurtarmak konusunda başarı umulan siyasi teşebbüslere yardımcı olması için Cenab-ı Hakk'a bütün ruhumla yalvarırım!" (20) Mütareke döneminde Bekirağa bölüğüne hapsedilip idam edilen Hayran Baba ise, kaldığı hücrenin duvarına kömür parçasıyla şöyle yazmıştı: "Bu da geçer yahu!" KAYNAKÇA (1) ATATÜRK'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yay. c2, sf. 262, Adana, 05.11.1918 (2) Bütün Eserleri, c.2, sf. 266, Adana, 05.11.1918 (3) Bütün Eserleri, c.2, sf. 268,269, Adana, 06.11.1918 (4) Bütün Eserleri, c.2, sf. 279, Adana, 08.11.1918 (5) Bütün Eserleri, c.2, sf. 250, Adana, 03.11.1918 (6) Bütün Eserleri, c.2, sf. 234,235, Raco, 31.10.1918 ve A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 1953, sf. 28-29. (7) Bütün Eserleri, c.3, sf. 55-56 (8) Bütün Eserleri, c.3, sf. 76 (9) Bütün Eserleri, c.2, sf. 291. (10) Bütün Eserleri, c.2, sf. 292. (11) A. F. Cebesoy, "Misak-ı Milli" sf. 47,48. (12) Bütün Eserleri, c.2, sf. 232, Halep, 11-13.10.1918 (13) Bütün Eserleri, c.3, sf. 106 (14) Bütün Eserleri, c.3, sf. 85 (15) Bütün Eserleri, c.3, sf. 79 (16) Bütün Eserleri, c.3, sf. 25,26 (17) Bütün Eserleri, c.2, sf. 297-298 (18) Bkz: F. Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, sf. 135,138 (19) Bütün Eserleri, c.3, sf. 86 (20) Bütün Eserleri, c.2, sf. 275, Adana, 07.11.1918, şifre no: 27 BETİZ AÇIKLAMALARI Betiz Açıklaması 1 : Liman Von Sanders, Türkiye'den ayrılırken komutanlığı devrettiği Mustafa Kemâl ile... Betiz Açıklaması 2 : Ahmet İzzet Paşa Betiz Açıklaması 3 : Ali Fuat CEBESOY Betiz Açıklaması 4 : Minber gazetesi koleksiyonu, Erol Kaya "Minber Açıklamalı Çevirisi", Ebabil y. 2007 Betiz Açıklaması 5 : Osmanlıca Vakit gazetesi Betiz Açıklaması 6 : Enver Paşa, Padişah Mehmet Reşat'la birlikte Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm'in huzurunda. Betiz Açıklaması 7 : İngiltere Başbakanı Lloyd George, Lampeter Wales demiryolu istasyonunda kitlelere sesleniyor. 1919 Betiz Açıklaması 8 : İngiltere'nin Hindistan Valisi Edwin Samuel Montagu (Solda) Betiz Açıklaması 9 : Mütareke döneminde İstanbul'daki İtalyan temsilci Kont Carlo Sforza Betiz Açıklaması 10 : Filistin'i Müslümanlardan aldığı için "Kudüs Fatihi" ünvanıyla anılan İngiliz General Allenby. Betiz Açıklaması 11 : Bekirağa bölüğüne atılan çoğu İttihat ve Terakki üyesi Osmanlı yönetici ve aydınları (Mayıs 1919) Betiz Açıklaması 12 : Kudüs Fatihi Allenby'i kutlamak için Museviler tarafından (üstte) ve Hristiyanlar tarafından dağıtılan (altta) kartpostallar Betiz Açıklaması 13 : ATATÜRK'ün çatıştığı Alman general Falkenhayn Betiz Açıklaması 14 : Mustafa Kemâl Falkenhayn ile 1917 (üstte), Falkenhayn Cemal Paşa ile (altta) Betiz Açıklaması 15 : İkdam gazetesi koleksiyonundan Betiz Açıklaması 16 : Mustafa Kemâl ve karargahını Samsun'a götüren Bandırma vapuru. Betiz Açıklaması 17 : ATATÜRK 1925 sonu Mudanya gezisinde. Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir! CENGİZ ÖZAKINCI Bütün Dünya Dergisi - Nisan 2010 İSTANBUL'UN İŞGALİ İngilizler, bir kuvvet gösterisi yapmazlarsa İstanbul'da durumlarının kötü olacağını anlarlar. Ve Anadolu'daki son kuvvetlerini de çektiklerinden, bu gösterişi İstanbul'dan başka yerde yapamayacaklardı. 16 Mart 1920 sabahı saat 8.00'de Mustafa Kemal Paşa acele olarak telgraf başına çağrıldı. Ankara telgrafhanesinde makine başına oturdu ve gözleri önünde açılan bandı okuyordu: -"Ben, İstanbul Merkez Telgrafhanesi'nde telgrafçı Manastırlı Hamdi1'yim. İngilizler, Tophane'de karaya asker çıkarıyorlar. Harbiye Nezaretini işgal ediyorlar. Hatları işgal ediyorlar. Altı şehidimiz var. İçeri giriyorlar. Telleri kestiler. Buradalar." Makinenin çıtırtısı kesildi ve bandın dönmesi durdu. Ankara telgrafhanesi odasına ağır bir sessizlik çöktü. Nihayet, memurlardan biri, boğuk bir sesle: -"Ne oluyor?" Diye sorunca, Mustafa Kemal Paşa omuzlarını kaldırıp indirmekle aczini gösterdikten sonra, kısaca: -"Pek basit bir şey. Oraya gitmek istediler ve partiyi kaybettiler." Aynı saatte, İstanbul, karışık ve acıklı olaylara sahneydi. 100.000 bin İngiliz askeri, o sabah Galata'ya çıkarılmış ve başşehri ilk işgal günlerinden daha kuvvetli bir şekilde işgal etmişti. İngilizler şafak vakti, içlerinde Rauf (Orbay) Bey, Fethi (Okyar) Bey ve "Milli Parti" ileri gelenlerinin bulunduğu yüz elliden fazla milletvekilini tutuklamıştı. Sonra evvelden kapılarını tutturdukları Meclis-i Mebusan'a gitmişlerdi. Şimdi binanın etrafını, oraya kimsenin yaklaşmamasını temin ve halka şakanın artık sona erdiğini göstermek için, bir nöbetçi zinciri kuşatmıştı. İngilizler, yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Sıkıyönetim ilân edilmişti ve başkentin duvarları, İngiliz Yüksek Komiseri'nin imzasını taşıyan bildirilerle donatılmıştı. Bu bildirilerde şu uyarı vardı: -"Her vatandaşın en kutsal görevi Padişaha itaat etmektir. Asayişi bozabilecek hareketlerde bulunacak olanlar ve düşmana yardım edecekler derhal harb divanına verileceklerdir." Diğer milletvekili ve siyasi kişilerden birçoğu da, ondan sonraki günlerde, hapse atıldılar. İngilizlerin elinden kaçabilenler, civar mahallerde saklandılar veya Anadolu'ya kaçtılar. Vaktiyle haberdar edilen Fevzi (Çakmak) Bey ile İsmet (İnönü) Bey Harbiye Bakanlığı'nın bir penceresinden atlayarak kaçtılar, sonra da Mustafa Kemal Paşa'nın yanına gittiler. İstanbul Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı iki ay on üç gün toplanabilmişti. Norbert Bischoff diyor ki: -"Padişahta zerre kadar şeref hissi bulunsaydı, kendisine karşı yapılan bu hareketi en şiddetli surette protesto ederdi. Eğer Mustafa Kemal'e iltihak eden milletvekillerine katılmaya cesareti yoktuysa, hiç olmazsa, İngilizlerin elinde esir bulunduğunu ilân edebilirdi."2 1 Manastırlı Hamdi Efendi, (1883-1945), İstanbul'un İngilizler tarafından işgal edildiğini Mustafa Kemal'e bildirmiştir. Ankara'da da aynı görevi sürdürmüştür. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, Yayınlanmamış Belgelerle Atatürk'ün Siyasi ve Özel Hayatı, İlkeleri, 2. Baskı, İstanbul 1981, s. 138–140. Kaynak: -16.03.2010 17:42 Atatürk'ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009 Derleyen; HASAN DURGUT - YÜCE TÜRK MİLLETİ - (TCHKD) | ||
Cübbemiz Kefenimiz de Olabilir! Posted: 12 Apr 2015 12:50 PM PDT İzmir Barosu öncülüğünde 11 Nisan 2015 tarihinde düzenlenen''Türkiye Adaletini Arıyor'' mitingi için; Ege ve Marmara Bölgesi avukatları saat 12.30'dan itibaren Cumhuriyet Meydanı'nda toplanmaya başladı. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve İzmir Barosu Başkanı Aydın Özcan'ın alana gelmesiyle Atatürk Anıtı'na çelenk kondu. Saygı duruşu ve İzmir Büyükşehir Belediye Bandosu'nun çaldığı İstiklal Marşı'mızın söylenmesi ardından, Gündoğdu Meydanı'na 1. kordon'dan yüründü. Yürüyüş boyunca: ''Mustafa Kemal'in Askerleriyiz'', ''Hukuk Herkese Gereklidir'', ''İzmir Avukatına Sahip Çık'', ''Faşizme Karşı Omuz Omuza'' ve Gezi eylemlerinin sloganı ''Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam'' sloganları atıldı. İzmir 1. ve 2. Bölge milletvekili adaylarından Kamil Okyay Sındır. Tacettin Bayır, Ülkümen Rodoplu, Ümit Zileli, Tugay Şen ve Sabiha Paşa yürüyüşe destek verenler arasındaydı. Alan girişinde polisin avukatların üzerini aramak istemesi, gerginliğe yol açtı. Baro Başkanlarının polis yetkilileriyle görüşmesi sonucu, sorun çözüldü. Gündoğdu Meydanı'nda toplanan kalabalığa, İzmir Barosu avukatlarının oluşturduğu ''Değişik İş'' müzik grubu, seslendirdiği parçalarla profesyonellere taş çıkarttı. Katılımcılardan gelen talep üzerine, grup 5 parça seslendirdi. Parçalardan biri görev şehidi savcı Mehmet Selim Kiraz'a adandı. Mitinge katılan baro başkanları, il alfabetik sırasına göre isimleri okunarak, TOBAV üyesi sunucu Altuğ Dilmaç tarafından tek tek kürsüye davet edildi. İlk konuşmayı İzmir Barosu Başkanı Aydın Özcan yaptı. Özel Güvenlik Yasası ile hukuk ve adaletin ayaklar altına alındığını, bu yasanın çıkmaması için 79 baronun ortak mücadele kararı aldığını belirtti. Çağlayan adliyesinde görevi başındaki Mehmet Selim Kiraz'ı katleden terörü kınayan Özcan, ''Teröristlerin elindeki cübbe nedeniyle; olayın faturası avukatlara kesilmek istenmektedir. İzmir bağımsızlık için ilk kurşunu atan Hasan Tahsin'in memleketidir. Bağımsızlığımızı korumak, Atatürk ilke ve devrimlerini yaşatmak bugüne kadar teslim alınamayan barolarımızın görevidir. Mücadelemiz halkımızın desteğiyle, hukuk ve adalet uygulanana dek sürecektir'' dedi. Halkın yoğun alkışıyla mikrofon başına gelen İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal, ''Biz savcımıza yapılmış saldırıyı kendimize yapılmış sayarız. Sanırım hakimler ve savcılarımız da bize yapılanları kendilerine yapılmış sayarlar. Siyasi iktidar, olaydaki beceriksizliğini cübbemizle örterek avukatlara yıkmak istemektedir. Yaptığınız yolsuzluk, hırsızlık ve hukuksuzluğu örtecek cüppe yok. İçişleri Bakanı Anayasa ve yasaları tanımadığını söyledi. Ona Anayasa ve yasa tanımamanın ne olduğunu öğreteceğiz. Ey Cumhurbaşkanı, ''Bana teröristlerle ne konuştun?'' diye soruyorsun. Benim ne konuştuğumu bizi dinleyen emniyet görevlileri biliyor. Asıl sen Oslo'dan bu yana İmralı'da içinde olmak üzere teröristlerle ne konuştun onu açıkla. Cübbemizde düğme yok. Kimsenin önünde düğme iliklemez, boyun eğmeyiz. Rüşvet almak için, dev kasalarınız gibi ceplerimiz yok. Bana cübbeni çıkar gel, diyenin karşısına, çıkarıp dikilebilirim. O istese de bu onurlu cübbeyi giyip karşıma dikilemez. Sizin desteğinizle aşamayacağımız engel olamaz '' diyerek konuşmasını bitirdi. Son konuşmayı Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu yaptı. Devletin savcısı ve hakimi olduğunu, 77 milyon halkın ise avukatı olduğunu belirterek konuşmasına başladı. Feyzioğlu, ''Biz sizin avukatınız. Gücümüzü halkımızdan alırız. Mücadelemiz Türkiye'nin kuzeyinden güneyine, doğusunda batısına hukuk ve adalet eşit şekilde uygulanana dek sürecektir. Cübbelerimiz onurumuz, şerefimizdir. Gerektiğinde kefenimiz de olabilir. Baskı ve zulümle dolu karanlık günlerin sonuna gelinmiştir. Bunu görüyoruz'' diyerek konuşmasını sonlandırdı. TBB, İstanbul ve İzmir Barosu başkanları etrafında halk yumak oluşturdu. Sarılanlar, öpenler ve birlikte fotoğraf çektirmek isteyenler nedeniyle; meydandakiler uzun süre dağılmadı. Haber ve fotoğraf : Osman Gazi OKTAY | ||
Türk Halk Müziğinde Yeni Bir Soluk: Vildan Turan Posted: 12 Apr 2015 10:50 AM PDT Sanatçının konservatuar, opera, canlı performans deneyimi ve müzikal birikimi ile oluşturduğu ilk albüm, modern soundla geleneksel motifleri harmanlayan bir müzik anlayışı ile aranje edildi. Prodüksiyonun en dikkat çeken özelliği ise geleneksel müzikal kültürümüzü, günümüz anlayışı ile 7'den 70'e herkese hitap eden bir çizgide buluşturması. Anadolu Müzik Yapım etiketi ile müzik marketlerde ve dijital platformlarda yerini alan albümde, yurdun çeşitli yörelerinden derlenen ve yeni bestelerden de oluşan 16 türkü bulunuyor. Vildan Turan'ın, geçmişten bu zamana kemikleşmiş türkülerimize farklı ve modern bir yorum getirdiği albümün ilk klibi ''Oy Pelutler'' e, ikinci klibi ise söz ve müziği Tofiq Guliyev'e ait olan Azeri eser "Kemgin Mahnı" adlı esere çekildi. Ege Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuarı mezunu olan sanatçı, TRT'nin 2002 yılında düzenlediği Türk Halk Müziği Ses Yarışması' nda önce Ege bölge birinciliği, ardından Türkiye ikinciliği elde etti. Vildan Turan, 15 farklı yerel dilde halk türkülerinin seslendirildiği "Anadolu'nun Renkli Taşları" adında konser serisine de imza attı. TRT'de "Dem Bu Dem" ve "Bergüzâr" gibi pek çok programda solist olarak yer alan müzisyen şu anda halen İzmir-Karşıyaka Belediye Konservatuarı, İzmir Makine Mühendisleri Odası Türk Halk Müziği koro şefliği ve müzik öğretmenliği görevini sürdürmektedir. Vildan Turan - Oy Pelutler | ||
Tanzimat İlericiliğinin Bildirisi Posted: 12 Apr 2015 10:42 AM PDT Atatürkçü Düşünce Derneği; 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri ile ilgili olarak; 28 Mart 2015 tarihinde "Genel Merkez ve Şubeler Danışma Toplantısı"düzenlemiş, daha önceki toplantılarda olduğu gibi, alışılmış, bilindik bir "Sonuç Bildirisi" yayınlamıştır. Öncelikle, toplantının yapılış şekli ve Sonuç Bildirisinin nasıl hazırlandığı konusunda birkaç hatırlatma yapalım. Üzülerek belirtmeliyim ki bu tür toplantılar genellikle önceden yazılmış, amatör bir piyes ya da tiyatronun sahnelenmesinden ibarettir. Daha toplantı başlamadan divan başkanı ve yazmanların kimlerden oluşacağı, toplantıda genel merkez adına kimlerin, hangi konuları konuşacağı Genel Yürütme Kurulu, daha doğrusu Genel Başkan tarafından belirlenir. Divan Kurulu seçiminin/atanmasının ardından Çok önemli! İki konu Katılımcılara onaylattırılır. Bunlardan ilki şube başkanlarının öyle olur olmaz! Konuşmalarını, eleştirilerini önlemek için konuşma süresi genellikle 5 dakika ile sınırlandırılır. Düşünün KARS – VAN ya da Edirne'den birkaç sayfa ön hazırlık yaparak gelmiş Şube Başkanımız söz verilirse kürsüye çıkar. Daha selam faslı bitmeden; Divan başkanı uyarır. "…. Toparlar mısınız, (…) dakikanız kaldı" Ne yapsın? Neredeyse 24 saat yol gelmiş, onca masraf etmiş. Hazırladığı notların başından- ortasından –sonundan kendince önemli cümleleri okumaya çalışır. Yine divan başkanı "lütfen tamamlayın, süreniz bitti!" uyarıları, salondan ise "biraz saygılı ol- in aşağıya- başkalarının hakkını gasp ediyorsun" sataşmaları arasında, başkanımız konuşmasını tamamlar. Söylediklerinden kendisinin bir şey anlamamış olması bir yana salondan dinleyen de olmamıştır zaten.. Katılımcılara onaylattırılan ikinci konu ise, kimler olacağı önceden belirlenmiş "Sonuç Bildirisi Hazırlama Komisyonu"dur. Bu arkadaşlarımız daha toplantıya gelmeden biliyorlardır görevlerini. Kaza ile de olsa aralarına önerilip seçilen bir kişi olsa da sonuç değişmez. Sonuç Bildirisi Hazırlama Komisyonu'na seçilenler/atananlar, genellikle genel başkanının uzun, içeriksiz konuşmasının ardından, Şube başkanlarını dinleme gereği bile duymadan, bildiriyi hazırlamak için ayrılırlar salondan. Sonuç bildirisinin içeriği belli olmuştur. Daha önceki Sonuç bildirilerindeki genel durum tespiti ve Genel başkanın konuşmasının özeti. Bu tespite katılmayan arkadaşlarımız olursa "http://add.org.tr/ataturkcu-dusunce-dernegi-genel-secimlerde-ne-yapacak/" bağlantısında yayına konan Tansel Çölaşan'ın konuşmasını ve "http://add.org.tr/ataturkcu-dusunce-derneginden-kamuoyuna/" bağlantısında yayınlanan "Sonuç Bildirisi'ni izleyip okumalarını öneririm. Bu tabloda, Anadolu da kelle koltukta "Kemalizm" savaşımı veren Şube başkanlarının, eski deyimle bir "dahli" söz konusu olmadığı için, bundan sonra yazıp söyleyeceklerimizin, eleştirilerimizin onlara yönelik olmadığının bilinmesini isterim. Toplantının düzenlenme amacı "7 Haziran 2015 Genel Seçimleri" olduğuna göre, sonuç bildirisinde; yaklaşan genel seçimlerde ADD nasıl bir duruş, eylem, sergileyeceğini, bu seçimlerde Atatürkçülerin istemlerini, amaçlarını hangi yol ve yöntemle dile getireceklerini öğrenebiliriz. Bildiride bu konu aynen şöyle dile getirilmiş.
" SEÇİM – SANDIK- OY" Bildirinin birinci Maddesinde . "Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik günlerinden geçmektedir. Gelinen noktada ulusun birliği, vatanın bütünlüğü tehlikededir" tespiti yapılmış. Peki, bizimde yürekten katıldığımız bu "TEHLİKE" karşısında Atatürkçü Düşünce Derneğinin çözüm önerisi nedir? "SEÇİM – SANDIK- OY" Öncelikle belirtelim "ulusun birliğini, vatanın bütünlüğünü" tehlikeye sokan temel etken, Türkiye'nin 1939'dan bu yana imzaladığı, başta Truman doktrini, Marshall planı, Fulbright antlaşmaları, NATO, batıya bağlanmanın yeni bir aşaması olan Avrupa Birliği olmak üzere çok sayıda uluslararası ve ikili anlaşmalarla ülkemize egemen olan emperyalizmin varlığıdır. Bu anlaşmalarla Türkiye bağımsız karar alma, ülkesini yönetme yetisini önemli oranda yitirdi ve egemenlik haklarını dışarıyla paylaşır duruma geldi. Bağımsızlığımızın, ulusal egemenliğimizin karargâhı olan Milli Meclis işlevsizleştirilmiş, düzenin karargâhına dönüşmüştür. İşte emperyalizm ülkemiz üzerinde yeniden ele geçirdiği egemenliğini sürdürebilmek, pekiştirebilmek amacıyla 1946'dan beri çoğulcu demokrasi adı altında "SEÇİM – SANDIK- OY" sarmalında halkımızı aldatıp, kandırmaktadır. Elbette Demokrasilerde seçimler önemlidir. Ama demokrasi sadece TAM BAĞIMSIZ ülkelerde olur. Bağımsızlığını kaybetmiş, ekonomisi, siyaseti, kültürü, televizyonları, gazeteleri okulları emperyalizmin eline geçmiş ülkelerde DEMOKRASİ olmaz. Bağımsızlığını ve egemenliğini büyük oranda yitirmiş ülkelerde seçimler, sisteme meşruluk sağlamayı amaçlayan bir riyakârlık, ikiyüzlülük içerir. Kapitalizmin düşünce özgürlüğünden seyahat özgürlüğüne basın özgürlüğüne kadar tüm özgürlüklerinin taşıdığı aldatmaca, seçme seçilme hakkında da vardır. 1946'dan bu yana Kemalist Türk devrimine düşman olanlar, Kemalizm'le hesaplaşmak için fırsat kollayanlar, CHP dâhil siyasi partilerin içine girerek ya da kendi partilerini kurarak kendilerini meşrulaştırmışlardır. Batıya karşı ölüm kalım mücadelesi vererek bağımsızlığını kazanmış olan Türk halkına Kemalist düşün sistemi ve İlerici hareketler Batıcı olarak sunuldukça halk gericiliğin pençesine düştü. Atatürk'ün partisine büyük oranda sızmayı başaran Masonik, Misyoner laikçiler, Atatürkçülüğü Batı ile daha fazla bütünleşmek olarak dillendirip, uyguladıkça halkla Kemalist, ilerici güçlerin arası daha da açıldı. Kemalist, cumhuriyetçi, halkçı devrimci ittifak bu yöntemle parçalandı. Diğer yandan, çok partili siteme geçildiği 1946'dan bu yana, Türk halkının seçimlerde kendi özgür iradesini sandığa yansıtmasına izin verilmemiştir. Ayrıcalıksız her seçimde halkın yüzde 95'ini oluşturan işçi, köylü, emeği ile geçinen, üretenlerin önüne bir tehdit, tehlike üretilerek konulmuştur. Sonrada "şu olağanüstü dönem de geçsin" denilerek, biri diğerinden farksız seçeneklerden biri "ulusal iradeye ipotek konularak" seçtirilmiştir/seçilmiştir. Böylece küresel çetenin ve Sisteminkolayca kontrol edebileceği "zararsız oyuncaklar" geniş halk yığınlarının gerçeği görmelerini perdeleyerek iktidar olmuşlardır. Bu "zararsız oyuncakların" toplumsal yapıda çürüme, yılgınlık ve üretmesi kaçınılmazdır. Kemalistler; tümüyle egemen emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenmiş siyasal partilerden, yani "zararsız oyuncaklar"dan İşbirlikçi bir "ilericilik" ile işbirlikçi bir "gericilik" arasında bir ikilemden birini kabul edemezler. Kemalist olmak her iki seçeneği kökten reddetmektir! Çünkü Kemalistler, Atatürkçülüğü "işbirlikçi ilericilerden" değil, Mustafa Kemal Atatürk'ten öğrenmişlerdir. Milli Mücadelenin önderi kurtuluşu "ya işgal ya padişah" ikileminden birinin tarafında yer alarak "mandacı" bir siyasetle mi kurtarmıştır bu ülkeyi? Atatürkçülük her koşulda emperyalizmin, işbirlikçiliğin, karşısında olmaktır. Bu nedenle emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin emellerini ve eylemlerini meşrulaştırarak, rejiminin meşruiyet peçesi olan sandığı kutsayarak, tümüyle tükenmiş, çaresizlik çırpınışları içinde olan işbirlikçi politikalara "yaşama dönme öpücüğü" vererek "Emperyalist tezgâhları meşrulaştırma" amaçlı girişimlere şiddetle karşı çıkmaktır Atatürkçülük. Atatürkçü Düşünce Derneğinin işbirlikçi politikalara "yaşama dönme öpücüğü" veren bir yapılanmaya dönüşmüş olması bir tesadüf ya da yanılgı değildir. ADD Emperyalizm adına misyonerlik yapan, devşirilmiş, mandacılar tarafından ele geçirilmiş olduğu için, "Yurt sorunlarına duyarlı, vatan savunmasında cephede. Tam bağımsız Türkiye savunucusu..." olmaktan, yani kuruluş amaçlarından, mason localarının katkı ve desteğini alanlar tarafından bilinçli bir operasyonla uzaklaştırılmıştır. Daha değişik bir söylemle ADD Masonlarca teslim alınmıştır. Bu nedenle Atatürkçü Düşünce Derneğinin "Genel Merkez ve Şubeler Danışma Toplantısı" sonuç bildirisi; KEMALİZM'İN DEĞİL "TANZİMAT İLERİCİLİĞİ"NİN BİLDİRİSİDİR. "İŞBİRLİKÇİ GERİCİLİĞE VE BÖLÜCÜLÜĞE" karşı "İŞBİRLİKÇİ- MANDACI-TANZİMAT İLERİCİLİĞİ" İLE İTTİFAK ÖNERİSİDİR. Böylesi bir çağrının Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından değil, antiemperyalizmi, Tam bağımsızlığı, Ulusal Egemenliği, Kemalizm'i dillerinden ve kitaplarından silmiş, devrimden ve Kemalizm'den umudunu kesmiş bir yapılanma tarafından yapılmış olması bizi şaşırtmazdı. Çünkü Atatürkçülük, Emperyalist tezgâhları meşrulaştırmanın aracı olan işbirlikçi ilericiliğin siyaseten tıkanmışlığının çözümüne destek vermek değil, Kemalist devrim bayrağını açmak, Tam Bağımsızlık, emek ve demokrasi kavgasını büyütmektir. Çünkü Atatürkçülük bir TANZİM çabası değil DEVRİMCİLİKTİR. Atatürkçülük bir anayasacılık ve "hürriyetçilik" hülyası değil milli egemenlik ve halkçılık davasıdır. Devrim yapıp vatanı kurtarmanın adıdır. Kemalistler için sorunun çözümü "Graham Fullerler'in önermeleri değil, Mustafa Kemal'in Erzurum'da 5 Temmuz 1919 günü arkadaşlarına önerdiği ve en başta da kendisinin bağlı kaldığı yoldur: "Açıkça ortaya çıkmak, ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun bu sese katılmasını sağlamak gerekir." 07.04.2015 Isparta Mahmut ÖZYÜREK |
You are subscribed to email updates from Sözcü Haber To stop receiving these emails, you may unsubscribe now. | Email delivery powered by Google |
Google Inc., 1600 Amphitheatre Parkway, Mountain View, CA 94043, United States |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder